30 Mayıs 2020 Cumartesi

SİYONİST VE EVANJELİS STRATEJİLERDE MESİH SİYASETİ




Mesih yani kurtarıcı çok geniş bir coğrafyada pekçok kültürde yer alır. Klanlar ve yönetimler genellikle buhranlı zamanlardan geçerlerken ''Kutsal Kurtarıcı'' beklenmiştir.
Sami halkına mensup Sargon bir savaştan yenik düşen kralına darbe düzenlemiş Kiş şehrini ele geçirerek bölgeye Akadçayı hakim kılmıştır. Efsanelere konu olan Argon Akadlar için bir kurtarıcıdır.
Akadları fetheden, Babil'in Mezopotamya'da hegemonyasını sağlayan Kral Hammurabi'de tanrılaştırılan bir liderdir. Güneş Tanrısı Samaş'ın oğlu ilan edilerek ilahi bir mertebeye yükseltilmiştir.
Paganist Antik Mısır'da Tanrı Ra'nın bir kurtarıcı göndereceğine inanılırdı. Beklenen mehdi öncesi bazı alametlerin olması kehanet edilmiştir. Buna göre Nil Nehri kuruyacak ülke bedeviler tarafından istila edilecek herkes birbiriyle çarpışacaktır. Güneş'in kendisini göstermesi bile günlük küçük bir zaman dilimine sığacaktır. Ameni, bozulan düzeni iyileştirecek, onun döneminde Nil yeniden yükselecek, Güneş parlayacak, refah ve mutluluk hakim olacaktır. Yukarı Memphis, Ameni tarafından başkent seçilecek ve idare buradan sağlanacaktır.
Zerdüştler, babasız olarak Zerdüşt'ün soyundan kurtarıcılarının gelmesini beklerler. Saoştayn bin yıllık bir mücadeleyle büyük yıkımın ardından kötülüğe galip gelerek Tanrı Ahura Mazda'nın adaletini hakim kılacaktır. Saoştayn bu hakimiyeti baş şeytan Ehriman'ı yok ederek sağlar.
Manihaizm'in kurucusu Mani Sasaniler tarafından öldürüldüğünde, Maniciler yeniden geleceğine inanmışlardır.
Hint öğretisi Şambala'da doğacak Kalki'nin Mesih olduğuna inanırlar. Mesih gelmeden evvel ise dünyaya kötülük hakim olacaktır. Kali Yuga bin yıl boyunca zulmedecek ülkeyi yabancılar istila edecek ve başka dinler hakim olacaktır. Tabiat ve düzen bozulacak kıtlık başgösterecektir. Kalki ile kötülük yenilecek ve ilahi hakimiyet tecelli edecektir. Bin yıllık hakimiyetin ardından Kalki Ganj kenraındaki bir ormanda inzivaya çekilecek ve oradan gökyüzüne yükselecektir.
Bahsettiğimiz kültürlerin hakim oldukları coğrafik dilimden çok farklı bir parça olan Güney Amerika bölgesinin inanç sistemini incelediğimizde Azteklerde Quetzalcoatl adlı tüylü bir yılanın beklendiği karşımıza çıkmaktadır. Bu yılan aynı zamanda bir tanrıdır. Şu an için gökyüzünde bulunmaktadır ve ileride Azteklerin kutsal şehiri Tolan'a dönecek burayı refaha kavuşturacaktır.

Yahudilerin Mesihleri Kral Davud soyundan İsrail'i kurtaran ve yöneten Tanrı Krallığını kuracak seçilmiştir. Buna göre beklenen Mesih geldiğinde Yahudiler için bütün dünyada süren bir egemenlik başlayacaktır. Bu mutlak egemenlik farklı dinlerden ve ırklardan ulusların imha edilmesini gerektirecektir.

Aslında Yahudilerdeki Mesih beklentisi Babil sürgünü sırasında Ezra tarafından yazılmış Tevrat ile başlamaktadır. Yahudiler Pers Kralı Kirus'un Babil Kralı Nebukadzender'i yenilgiye uğratmasıyla beraber özgürlüklerini kazanmışlardır. Bunun için o dönem bazı Yahudiler Kirus'u bile Mesih olarak görmüşlerdir. Mesih Kavramının kurumsallaşması ve bunun Yahudi şeriatının ayrılmaz parçası haline getirilmesi daha yakın döneme dayanır.
Saadia Gaon, 882 – 942 yılları arasında Mısır'da yaşamış Yahudi Tanrı bilimcidir.
Saadia Gaon, öğretilerini Kutsal kitaba dayandıran Karaim Mezhebi’ne karşı çıkmış ve Yahudi felsefesinde “hahamcılık” denilen doktrini geliştirmiştir.

Saadia Gaon’un ortaya attığı 8 madde, Yahudilikte iman esasları içine girmiştir. Bu maddeler şu şekildedir:
1)      Âlem sonradan yaratılmadır. (Hâdistir)
2)      Allah tek olup cismi yoktur.
3)      Vahye iman, Yahudi an’anesini de içine almak üzere şarttır. 
4)      İnsan muttaki olmaya, ruhen ve bedenen bütün günahları işlemekten sakınmaya     davet olunmuştur.
5)      Mükâfat ve ceza haktır.
6)      Ruh saf ve temiz yaratılmıştır, ölüm anında cesedi terk eder.
7)      Yeniden dirilmek haktır.
8)      Mesih’e intizar, hesap ve nihai hüküm haktır.


Davud'un soyundan gelecek Mesih İsrailoğullarını esaretten kurtaracak ve Kudüs'ü temizleyecektir.


Endülüslü İbn Meymun tarafından yazılan Tevrat tefsirine göre ise Yeni Dünya Düzeni'nin ilanı Mesih'in gelmesiyle kurulacaktır. Oluşturduğu onüç maddelik Yahudi Amentüsü, Yahudi Teolojisi'nin üzerinde çok önemli etkilerde bulunmuştur:

Mükemmel ve eksiksiz olan Tanrı, diğer yaratılanların var olmasına sebep olandır.  Tanrı’nın tekliği diğer varlıkların tekliğine benzemez.
Tanrı’nın bedeni yoktur, insan biçiminde düşünülemez, hiçbir şekilde tasvir edilemez.  Tanrı sonsuzdur.
Dua edilecek ve itaat edilecek tek varlık Tanrı’dır.
Peygamberlerin bütün sözleri doğrudur.
Musa, bütün peygamberlerin arasında en büyüktür.
Elimizde olan Tora, Tanrı tarafından Musa’ya verilen Tora’nın aynıdır ve değiştirilmemiştir. 
Tora, ilahi bir dindir ve değiştirilemez.
Tanrı, kullarının bütün hareket ve düşüncelerini bilir.
Tanrı, Tora buyruklarına uyanları mükâfatlandırır, uymayanları cezalandırır.
Mesih kesin olarak gelecektir, gecikse dahi, geleceğini her gün beklemekte ısrar ediyorum. Ruh ölümsüzdür ve Tanrı istediği zaman ölüleri hayata kavuşturacaktır.

Meymun bu esaslardan birini bile kabul etmeyen bir Yahudi'nin şirke düşeceğini ve Yahudi cemaatinden çıkacağını belirtmiştir.

Ayrıca Meymun tefsirinde Mesih ve iman ilişkisini şu şekilde açıklar:

''Mesih'e inanmayan hatta onun gelişini sabırsızlıkla beklemeyen kimse, sadece resullerin haberlerini değil, bütün Tevrat'ı da inkâr etmiş olur.''

Mesihi inancı izah ederken amacımız bu kavramın antik paganizmden esinlenilme ya da bu yönde bir hükmün olduğunu veya olmadığını çürütmek değildi. Çünkü her birey ve grubun inancı kendince değerli ve geçerlidir. Burada şunu göstermek istedik nasıl ki, kıyamet savaşı, Işığın Çocukları Makamı, Gökyüzünden gelen yol göstericiler klan kültürlerine göre farklı yorumlanıyorlarsa da bir bütünlük içerisinde on binlerce yıldır tarih dahilinde yer buluyorsa kurtarıcı kavramı da aynı kompozisyonda değerlendirilebilir.

Evanjelislerin bekledikleri Mesih ise bizzat İsa Peygamber'in kendisidir. Evanjelislere göre İsa ölmemiş göğe yükselmiştir. İkinci gelişini yalnızca Evanjelis olanlar görecekler ve büyük yıkım savaşında zarar görmemeleri için göğe yükseltileceklerdir. Üçüncü gelişinde ise kıyamet savaşı yaşanacak ardından mutlak aydınlık zaferini ilan edecektir. Görüldüğü gibi Yahudiler ve Evanjelislerin imanı manada çok büyük farklılıkları vardır. Ancak iki kültürde de Mesih'in gelişini sağlayacak ya da hızlandıracak bazı faktörler ortaktır.


1)      Yahudilerin Filistin’e dönmeleri. Popüler tezler Almanya’da Adolf Hitler döneminde uygulanan ve ırkçı tonlar içeren nasyonal sosyalist milliyetçiliğin ilk başta Yahudileri hedef aldığını işlemektedir. Bu durum doğrudur ancak Nazi katliamından kaçan Yahudilerin kitleler halinde İsrail’e yerleşmeleri söz konusu olmamıştır ve bu yönde geçerli kayıtlar bulunmamaktadır. Ekseriyeti Rusya üzerinden göçen Yahudilerin lobilerin de desteğini alarak 14 Mayıs 1948 yılında kurdukları İsrail ile bu beklenti gerçekleşmiş olmuştur.
2)      Büyük İsrail’in kurulması. Bu durumda İsrail-Arap savaşlarıyla topraklarını genişletme kalmayacak günümüzün, Suriye-Irak-İran ve neredeyse Karadeniz’e kadar uzanan Türkiye topraklarını da ele geçirmek suretiyle Eski Ahit’te vad edilen, ‘Nil ve Fırat’ arası topraklar İsrailoğullarına bahşedilmiş olacaktır. Ancak bu noktada bazı sorunlar ortaya çıkmaktadır.
a)      Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dünyada rakipsiz kalan ABD özellikle Irak’ta başlattığı Çöl Fırtınası operasyonu ve Balkanlara bütün dünyanın seyrettiği ortamda uygulamaya koyduğu istikrar operasyonu ile süper güç olduğunu ilan etmiştir. Fakat çok kısa bir süre sonra Rusya’nın toparlanması, Çin’in ekonomik olarak yükselmesi, Türkiye’nin bölgesel olmasa bile iddialı politikalar öne sürmesi en elverişli ortamda ABD’nin bile sahip olamadığı imkânlara, İsrail’in nasıl sahip olabileceğini düşündürmektedir. Irak ve Suriye iç savaşlarında bile henüz istenilen netice alınamamışken İran ve Türkiye’nin, vad edilmiş coğrafya bağlamında işgal edilmeleri 50 senelik bir süreci alabilir. Çünkü iç savaşlar ortalama 10-15 yıl sürmektedirler. Bu kadar uzun süre beklemek Mesihçi kitlelerin motivelerini kırar.
b)      İsrail ülkeleri parçalama stratejisinden bir müddet evvel vaz geçmiştir. Türk ve İsrailli yetkililerin daha 1994 yılında gerçekleştirdikleri görüşmede İsrailli yetkililer ‘’Irak’ın parçalanması bölgede yayılmacı bir amaç güden İran’ın önünü açar’’[1] biçiminde ifade etmişlerdi.
3)      Tüm dünyaya İncil’in vaaz edilmesi. Gelişen teknolojik olanaklar sayesinde zaten bu durum oldukça kolaylamıştır. Öncelikle evanjelisler basın ve eğitim organlarında güçlenmişlerdir. 1965-1983 arasında Evanjelik okullarda kayıt altı kat arttı ve okulların sayısı on bine yükseldi. Yüz bin kadar çocuk ise evde eğitim gördü. Bu dönemde üniversiteler, hastaneler ve hatta eğlence merkezleri kuruldu. Bunlar arasında CBN Üniversitesi, Liberty Üniversitesi, City of Faith Hospital ve bir eğlence merkezi olan Heritage USA bulunmaktaydı.[2] Irak işgalinden sonra yaklaşık 2 bin misyoner, Irak işgalinden sonra bu ülkeye gönderilmiştir. Bu yoğun çabanın nedeni İsa Mesih’in yeryüzüne dönüşü için zemin hazırlamaktır. Bush’un da Evanjelist olduğunu hatırlatmak gerekir.[3] Bu çabalar vaazı her cepheye yayma gayreti olarak karşımıza çıkmaktadır.
4)      Son olarak ise Tapınağın inşasıdır.


Bu faktörlerden Süleyman Tapınağı'nın inşası dışındakilerin tamamı gerçekleştirilmiştir. Günümüzde tapınağın yerinde bulunan Mescidi Aksa'nın yıkılıp tapınağın inşası düşünülmektedir. Aslında Göksel Mabed şu anda mevcuttur ve gözlerin göremediği şekilde gökyüzündeki yerindedir. Tam izdüşümüne yapının kendisi fiziki olarak inşa edilecek ardından ruhani Mabed'in uyanışı başlayacaktır. Pekçok paganik öğretide görülen ''kutsal üçleme'' burada da karşımıza çıkmaktadır. Kudüs üçlemesi aslında Mısır paganizminde yer olan Nil üçlemesine oldukça benzemektedir. Nil'de fiziki varlığının yanında gökten beslenen ve yer altı dünyasına kadar giden bir üçlemenin simgesidir. 

Süleyman Tapınağının inşa edildiğini farz edersek mabed merkezli Büyük İsrail Devleti'nin kurulmuş olması da gerekiyor ki öğreti bir bütün olarak yaşatılabilsin. Bu planın ikinci aşamasının da gerçekleştiği olasılığını dahil ettiğimizde dünya egemenliği, yeni dünya, yeni insan, yeni hayat kavramları büyümüşte olsa belirli sınırlara hapsedilmiş bir İsrail'den ibaret mi? Sorusunu sormamız gerekiyor. Modern Siyonist ve Evanjelis akımlarını kurgulayan Anglosakson aklı için bundan iki asır evvelki plan oldukça ileri olabilir ancak günümüz dünyası ve dünyanın geçireceği değişim açısından alt segmentasyona ait bir üründür. Burada ya Anglosakson aklı hata yapmıştır, ya da oyalama stratejisi esas gayenin tatbiki için ideal bir yöntemdir.

Hiçbir mantık dünyada Yahudilerden başka ırk kalmayınca Yahudilerin kimlere hükmedeceğini açıklayamaz? Yine hiçbir mantık Mesih İsa'ya iman eden pek çok elit Evanjelisin, tamamen Tanrı tanımaz ya da deist öğretiyi temel alan başka cemiyetlerede mensup olmalarını açıklayamaz.

Burada ana konu Mesih’e iman ya da red değildir. Bu konuda mutabık kalınan bir görüş yoktur. Ancak bu süreç siyasi ve ekonomik olarak gittikçe provoke edilecektir. Dünya siyaseti ve dönüşümü, İsrail ve Kudüs hattına sığdırılamayacak kadar büyük bir olayı kapsar. Ancak yeni dünya savaşının bir damarı da teolojik kulvarı kapsayacaktır ve Mesih gelse de gelmese de yeni savaşın içerisinde ki bazı muharebeler ‘’Mesih Harbi’’ olarak adlandırılacaktır.


[1] Nezih Tavlaş, Türk-İsrail Güvenlik ve İstihbarat İlişkileri, Avrasya Dosyası, 1994, Sayı: 3
[2] H.Şule Albayrak, Tarihi ve Sosyal Bir Realite Olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde Gelişen Protestan Fundamentalizm, s.3
[3] Mete Yarar ve Ceyhun Bozkurt, Mesih Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak, Destek Yayınları, s.110

25 Mayıs 2020 Pazartesi

TÜRK ORDUSUNUN ABD ASKERİ YARDIMLARI DOĞRULTUSUNDA KURUMSAL VE DOKTRİNSEL DÖNÜŞÜMÜ




Onur Dikmeci






İkinci Dünya Savaşı ile muazzam kabul edilen Alman ordusunun durdurulması bu ekolden hızlı kopuşu da beraberinde getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kodu ‘’Muasır Medeniyet’’ti ve eninde sonunda model kabul edilecek taraf Batı ekolü olacaktı. Ancak Mustafa Kemal Atatürk zamanında da Alman ve İtalyan siyasi sistemlerine iltifat edilmemiş ve Anglosakson tarzı demokrasi biçimi ideal kabul edilmiştir. Bu sebeple her kurulan yeni sistemde olduğu gibi aksaklılar yaşansa da neticede varılmak istenen yer kapitalist sistemin içerisinde kontrollüde olsa demokrasi olduğu için, Türk modernizasyonu dikkatle izlenmiş Türkiye’nin taleplerine zaman içerisinde konumunun cazip değeri de göz önünde bulundurularak cevap verilmiştir.
Amerikan askeri ürünlerinin büyük oranda kullanılmaya başlaması ‘’Ödünç Verme-Kiralama Kanunu’’ çerçevesinde 1942 yılından itibaren İngiltere aracılığı ile başlamıştır. Ancak İngiltere kendisi için lüzumlu gördüğü teçhizatlara el koyarken, Türkiye’ye ikinci el tank-kamyon gibi taşıtların yanı sıra nispeten daha eski tarihli silahları göndermiştir. Ancak bu gereçler bile o dönem Türkiye için oldukça önemli nimet hükmündelerdir. 1946’dan itibaren Amerikan Askeri Yardım Kurulu, Türkiye ile ilgili çalışmalara başlamış ve ordunun dönüşümü konusunda eksikliklerin saptanması yolu tutulmuştur. Özellikle 1949 yılında Kurul’un başındaki Tümgeneral Lunsford Oliver yerine Tümgeneral Mcbridge getirilmesinden sonra ordu ile ilgili kurumsal değişiklik önerileri ve uygulamalarında hızlanma görülmüştür. Bu dönemde yalnızca 3 sene içerisinde Amerikan Askeri Yardım Kurulu personel mevcudu 459’a kadar çıkmıştır. Yapılan tespitlere göre ordunun durumu hiç iç açıcı değildir. Ordu dönemin modern orduları kategorisinden oldukça uzak olduğu gibi subayların talimsizcesine atıl vaziyetleri yabancı elçilerin bile dikkatini çekmiştir. Türk Ordusu ile ilgili saptanan eksiklerin başında envanterdeki silahların 1.Dünya Savaşı döneminden kalma olduğu ve muhabere-istihkam malzemelerinin neredeyse bulunmadığı gelmektedir. Erlerin çoğunun ayakkabısı bile bulunmamaktadır. Bunun dışında ordu ile ilgili saptanan en büyük iki eksiklik;
  • Okuma-yazma oranı çok düşüktür. Öyle ki subayların asli görevleri garnizonlar içerisinde oluşturulan okuma öğretme eğitimlerini ihtiva eden bir mizaçtadır.
  • Türkiye’de ulaşım alt yapısı oldukça zayıftır. Bu durum tehdit anında gerekli ikmâl-lojistik desteğinin yurdun bir noktasından diğerine ulaştırmakta sorun yaşanmasına sebebiyet verecek boyuttadır.
Bu eksiklere yönelik 291 sayılı kanun uyarınca 16 adet er okuma-yazma kursu açılmıştır. Ayrıca bir plan çıkartılarak Edirne-İskenderun hattı başta 23 bin km’lik kara yolunun yapılması kararlaştırılmıştır. Bu gibi düzenlemeler gerçekleştirilmek istendikçe Prusya ekolünden gelen eski kuşak subaylar bunlara uymamak konusunda diretmişlerdir. Örneğin bu denli kara ağı yatırımı başta Fevzi Çakmak olmak üzere üst subaylara göre Türkiye’yi, Sovyetler Birliği’nin işgaline açmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu sebeple 1922 yılından itibaren görev yapan Orgeneral Fevzi Çakmak, Genelkurmay Başkan lığından 1944 senesinde emekli edilmiştir. Bu emeklilik eski kuşak subayların tasfiye edileceklerini ve genç zihniyete yer açılacağının göstergesidir bu sebeple genç kuşak subaylar arasında tepkiye yol açmamıştır. Ancak emeklilik yalnızca ordu modernizasyonu bağlamında değerlendirilemez. Çünkü Çakmak, Alman tedrisatından geçmiştir ve Almanya İkinci Dünya Savaşında yenilmiştir. Bu sebeple Türkiye’nin de bir tavır göstermesi gerekmiştir. Fevzi Çakmak’ın emeklilik edilişi büyük sorun yaratmasa bile makam aracı ve emir erinin çekilmesi fevkalade hoşnutsuzluk kaynağı olmuştur. O dönem ordu da üst kademeleri ve eski kuşak subayları büyük oranda emekli edecek kapsamlı bir uygulamaya gidilememiştir.
Yardım Kurulu başkanı Macbridge’in telkinleriyle 1949 senesinde 5398 sayılı kanun uyarınca Milli Savunma Bakanlığı ve Kuvvet Komutanlıkları oluşturulmuştur. O döneme kadar kuvvet komutanlıkları yerine numaralı komutanlıklar faaliyet göstermektedir. Genelkurmay Başkanlığı da, Savunma Bakanlığı’na bağlanmıştır. Amerikalı uzmanların, Türk ordusunun dönüşümü için belirledikleri bir diğer yenilik ise Genelkurmayın küçültülerek, kuvvetler üzerindeki ağırlığının kaldırılması ve Müşterek bir karargâh gibi görev yapmasıdır. Ancak bu duruma Genelkurmay direnmiştir ve özellikle kara kuvvetleri üzerindeki ağırlığını devam ettirmiştir. Bu sebeple daha sonradan kurul başkanı olan General Arnold ile uyuşmazlık ve fikri çatışmalar görülmüştür.



                    Türk Ordusunun Doktrinsel Dönüşümü

Ordunun dönüşümü yalnızca teçhizat, kaynak aktarımı ve heyet telkinleri doğrultusunda gerçekleşen bir eylem değildir ve bunun mutlaka genel savunma düzeni ile talimnameleri de ihtiva etmesi gerekmektedir. O dönem de ordunun bu konuda dönüşümü konusunda çalışılırken subayların görüşleri de askerlerin genel vaziyetini yansıtmaktadır. Kenan Kocatürk, Alman ve Amerikan sistemini kıyaslarken şu noktalara dikkat çekmiştir:

‘’ Alman sistemi daha çok inisiyatife yer veriyordu. Savaş stratejisini ve taktiğini ince bir sanat olarak kullanıp az kuvvetle üstün üstün kuvvetleri yenmeyi yeğliyordu. Amerikan sistemi ise her türlü olasılığa karşı nasıl hareket edileceği önceden tespit edilmiş, harekât en bol silah, teçhizat malzeme, araç ve gereçle, devamlı desteğe dayanıyordu. Yani Napolyon’un dediği gibi: Para, para, para. Alman sistemi ise: Kafa, kafa, kafa. Tarihi gerçeklere göre bu ikincisi biz Türklere daha yakın geliyordu. Türk harp tarihi az kuvvetle üstün düşmana karşı kazanılmış zaferlerle dolu idi.’’[1]
Fakat artık dünya değişmiştir endüstri devrimi sonrasının düzeni modern ve silah bakımından üstün olan orduların varlığını gerekli kılmıştır. Türk ordusu modernize olamamanın sıkıntısını Kıbrıs çıkartmasını on yıldan fazla erteleyerek belli etmiştir. Ayrıca Türk ordusunda subayların bile kültürel durumları hiç iç açıcı değildir. Orhan Erkanlı’ya göre ‘’ 1940’lı yıllarda bazı subaylar harp okulundan sonra gazete bile okumadım’’ diyerek övünmektedirler.[2] 1962 ve 1963 ayaklanma girişimlerinde başı çeken ve özellikle Harbiyeliler arasında çok sevilen Kurmay Albay Talat Aydemir ise hatıratında eski sisteme göre yetişen subayların çıkarlarından ötesini düşünmediklerini, eski kuşaktan ayrışmak için ise kurmay eğitiminin bir kısmını Amerikan sisteminde aldığını belirtmiştir. 27 Mayıs 1960 hareketinin içerisinde de yer alan Numan Esin ise Aristo, Descartes gibi filozofları öğrencilik yıllarında okurken yadırgandığını amirlerinin ‘’ Bu adam piyade ama talimname okumuyor, yığınla garip kitapları var’’ biçiminde şikayet ederek 21 gün hapis cezasına çarptırıldığını belirtmiştir.[3] Ordunun bu durumu kapsamlı bir reforma ihtiyacı olduğunu göstermektedir ve Amerikan talimnamaleri Türkçeye çevrilerek sisteme kazandırılmaya başlanmıştır. Orhan Erkanlı bu durumu şu biçimde ifade eder:
‘’ Talimnamelerde Papaz yazılan yere Alay İmamı koyacak kadar sadık kaldık’’[4]
Talimnamelerin intikaliyle birlikte kurmaylık eğitiminin içeriğiyle ilgili değişikliklerde yapılmak istenmiştir. Ancak bu konuda Türk askeri yetkililer kuvvet öncelikli eğitimin korunmasından taraf olarak diretmişler, Amerikalılar ise uluslararası siyaset düzeyindeki derslerin de eğitime eklenmesi gibi yenilikleri telkin etmişlerdir. Türkiye’nin genel savunma biçimi de değişmeye başlamıştır. Tamamen Sovyetler Birliği işgaline karşı oluşturulan ordu dağılım biçimine göre Boğazların açık ve savunmasız yapısı üzerinde durulmuştur. Buna göre bölgeyi daha fazla askerle desteklemek yersizdir çünkü bölgedeki birliklerde çok eski silahlar bulunmaktadır. Ayrıca bölgede bulunan 3 kolordu da zamanla 1 kolordu seviyesine indirilmiştir.
Amerikan heyetinin, Türk ordusu ile ilgili reform düzeni ile ilgili tavsiyelerinden birisi de astsubay sayısının artırılması ve 30 binin üzerinde yeni astsubay kadrosunun ayırılmasıdır. Ordu bunu kesin olarak reddetmiştir. 27 Mayıs hareketinin içerisinde yer alan Suphi Karaman bu durumu şu biçimde ifade etmektedir:

‘’ Bir piyade bölüğünde 17 tane astsubayı tanımıyor benim kafam. Bu Türklerin mali gücüyle mütenasip değildir. Türkiye tarihi boyunca bir bölüğünde bir astsubay olunca öpüp başına koymuştur…Bir millet bu kadar milliliğini kaybeder…’’[5]

Ancak her şeye rağmen sahra ordusu kimliğinden sıyrılan Türkiye hızlı olmasa da değişim sürecine girmiş ve hafif modernize etkisini kazanabilmiştir. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra eski kuşak subaylar geniş oranda emekli edilerek yerlerini Amerikan tedrisatından geçenlere bırakmışlardır ve böylece ordu da bütünüyle Amerikan anlayışı hâkim olmuştur. Bu durumun darbelere kapı araladığı tek başına geçerli bir teori değildir. Çünkü Osmanlı döneminde de ordunun gerçekleştirdiği pek çok darbe girişimi görülmüştür. Ordunun modernizasyonu ve dönüşümü ile ilgili buraya kadar belirtilen ifadeleri sıralamak istediğimizde:
-          İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren modernize arayışları başlamış Almanya tarafının kaybedeceği anlaşılınca Amerikan ekolü tek model olarak görülmüştür.
-          Yardım ve modernize çalışmaları CHP döneminde başlamış ve Demokrat Parti döneminde devam etmiştir. Bu bakımdan dış politika ve savunma stratejileri açısından iki parti arasında fark bulunmamaktadır.
-          Genç subaylar görece daha yaşlı olan subay diliminin uygulamalarından rahatsızlardır. Ancak Demokrat Parti orduda çok köklü değişiklere gidememiştir. Demokrat Parti’nin militarizme karşı olan tutumu da bulunmamaktadır.[6] Hatta emireri uygulaması ile ilgili münasip olmayan ifadeler kullanan Ahmet Kocabaş partiden ihraç edilmiştir.[7] Küçük çaptaki değişiklikler arasında ise askerlik süresinin, Deniz Kuvvetleri Komutanlığında 3 yıl, Jandarma Komutanlığında 2,5 yıl, diğer kuvvetlerde ise 2 yıla indirilmesi gösterilebilir. Subayların mali durumlarının bozulmaları ve istifaları yedek subaylardan uygun olanların bir dilekçeyle muvazzaf subaylığa başvurup kabul edilmeleriyle mümkün olmuş ancak bu biçimde subaylığa kabul edilenleri harbiye ekolünden gelenler hiçbir zaman benimsememişlerdir. Ayrıca bu dönemde bazı askeri liselerde kapatılmıştır.
-          Ordu genel olarak Amerikan yeniliklerini benimsemiştir ancak kara ekolünden ise taviz vermemiştir. Buna göre ordu, Genelkurmayın ve kara kuvvetlerinin ağırlığının muhafazası, astsubay sayısının artırılmaması hususunda kesin olarak direnmiş ve bu yönde devam etmiştir.
-          Ordunun dönüşümü, Türk kültür, siyasi hatta düşünsel hayatının dönüşümünü de tetiklemiş olabilir. Ancak Özellikle NATO’ya girişle birlikte çağa uygun modern bir ordu oluşturabilme tasavvuru hız kazanmış ve kısmen başarılı olunmuştur. İlk yıllarda Sovyetler Birliği’nin en büyük tehdit olarak belirlenmesi ve buna göre bir askeri dağılım oluşturulması normal kabul edilebilir. Ancak 1970’lerde bile Sovyet öncelikli dış tehdit ve savunma politikaları hele ki bu durumun askerler tarafından iç siyaseti şekillendirmek için kullanılması demokratik süreci sekteye uğrattığı gibi, uluslararası siyasetin iyi okunamadığı sonucunu ortaya koymaktadır. Bu noktadan sonraki askeri darbe ve müdahaleler ise bire bir Amerikan karargâhlarında tasarlanmasalar bile ordunun batı-kapitalist sisteminden ayrı bir vizyon geliştirme teşebbüsü bulunmadığı için dış mercilerce kesin biçimde reddedilmemişlerdir.


[1] Kenan Kocatürk, Bir Subayın Anıları: 1909-1999, İstanbul, Kastaş Yayınları, 1999, s.420-421
[2] Orhan Erkanlı, Anılar Sorunlar Sorumlular, 3.Baskı, İstanbul, Baha, s.377
[3] Numan Esin, Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Hatıraları, 2.Baskı, İstanbul, Doğan Kitap, 2005, s.45
[4] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni Dün Bugün Yarın, İstanbul, Tekin Yayınevi, 1982, s.554
[5] Suphi Karaman, Devrimci Bağımsız Türkiyeci ve Milli Savunma Stratejisi Nasıl Olmalıdır, Ankara, Ulusal Basımevi, 1965, s.17
[6] Milli Savunma Bakanı yapılan Seyfi Kurtbek, asker millet zihniyetini benimsemiş ve Enver Paşa’nın masasını buldurup kullanan Yarbay emeklisi bir asker olarak militarizmin yüksek dozajını tatbik etmek isteyen bir mizaca sahiptir.
[7] Ancak sonuçta emir eri uygulaması kaldırılmıştır. Bu durumu eleştiren askerler, subayların askeri memur olmadıklarını ve paket taşımalarının büyük bir utanç olacağını belirtmişlerdir.

6 Mayıs 2020 Çarşamba

TÜRKİYE'DE ASKER-SİVİL İLİŞKİLERİNİN DÜZENLENMESİ: TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNDE KURUMSAL DÖNÜŞÜM ADIMLARI




Onur Dikmeci[1]

Global modernist dünyanın ölçeklerine uygun olarak askeri bürokrasinin, sivil teamüllerin iradesi altına bütünüyle sokulması için birtakım koşulların sağlanabilmesi asker-sivil ilişkilerinde normalleşme olarak adlandırılabilir. Türkiye'de ise MGK Kanun değişikliği, Askeri mahkemelerin statüsü, Jandarma’nın akıbeti gibi konular ve bu yöndeki yasal düzenlemeler sivilleşme ya da sivil-asker ilişkilerinde normalleşme yolundaki adımlar olarak nitelendirilse de bu sivilleşme ve normalleşme dönemi 2003 öncesine dayanan bir süreçtir. Geneli asker kökenli olanların aday oldukları ya da bu makama seçildikleri Cumhurbaşkanlığı ve Cumhurbaşkanı belirleme süreci[2] Türk siyasi tarihinde her zaman önemli bir gündemi oluşturmuş gerektiğinde askerlerin Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için meclis iradesine Genelkurmay nezdinde baskı yapılmıştır. Harbiye'de bu duruma alışkanlık neredeyse bir gelenek halini almış ve Harbiye'nin üst sınıfındaki askeri öğrenci, alt sınıfındaki askeri öğrenciye göre Cumhurbaşkanlığına bir sene daha yakındır görüşü genç öğrenciler arasında nüktedan bir biçimde söylenegelmiştir. Fakat bu durumun artık geçerliliğini kaybettiğinin ispatı 2000 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Bu seçimlerde adaylardan bir tanesi Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş olmasına rağmen bu durum medyanın ilgisini çekmemiştir. Güreş nezdinde, Genelkurmay’dan kimseye telefon gelmedi. Buna Mukabil Güreş, 35 gibi düşük oy toplamı almasına rağmen[3] Türkiye’de yer yerinden oynamamıştı. Demokratik sivil kontrolün devam ettirilebilmesi için ise Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kurumsal yapısında yeni düzenlemeler yapılması gerekmektedir ve iktidarda olan Ak Parti yeni düzenlemeleri dönemin koşullarına göre gerçekleştirmeye başlamıştır.

a) Milli Güvenlik Kurulu

27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra oluşturulan 1961 Anayasası'na göre yasal bir nitelik kazanmış olan Milli Güvenlik Kurulu adında ki yapı aylık toplantılar nezdinde gündemdeki konularla ilgili kararlar alan ancak zaman içerisinde sembolik yapısını aştığı gerekçesiyle eleştirilen ve bir vesayet organı olarak tanımlanan mercii halini almıştı. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve ilgili bakanların yanısıra Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet temsilcilerini içeren kurul ile ilgili ilk değişiklik 1971 askeri muhtırasından sonra gerçekleştirilmiş ve kuvvet temsilcilerinin yerini kuvvet komutanları almış, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra ise Jandarma Genel Komutanı da kurul üyesi yapılarak kuruldaki asker kişilerin sayısı sivilleri geçmiştir. Bu yapısının yanısıra 28 Şubat 1997 yılındaki MGK toplantısı da darbe ya da dayatma olarak adlandırılmış ve bundan sonra kurulun yapısı çokça tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmaların arasında radikal olan görüşler kurulun tamamen kaldırılması gerektiğini gündeme getirmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidarıyla birlikte demokratik sivil yönetim söylemiyle yola çıkılması vesayetlerin noktalandığı ve ''Normalleşen Türkiye'' modelinin inşa edildiği ''Yeni Türkiye'' kavramının sembol edildiği bir ortamın doğmasını sağlamıştır.
Bu normalleşme sinyalleri veren süreci AB İlerleme raporu ve hatta yaptırımları izledi. Bu hususun da etkisi yeni düzenlemelere yansıyacaktır. Böylelikle MGK kanununda yapılan değişiklikle Orgeneral rütbesinde asker olması gereken MGK sekreterinin sivil olabileceği[4] [5], MGK kararlarının yalnızca tavsiye niteliğinde olabileceği[6] ve asli iradenin sivil seçilmişler olduğunu vurgulamak için Başbakan Yardımcıları da kurul üyesi yapılmıştır. Eskiden asker üye sayısı fazla olan bu kurum, Başbakan yardımcılarının da dahiliyle, sivil ağırlıklı yapıya kavuşturuldu.[7] Ayrıca kurul artık iki ayda bir toplanacaktı.[8] Bu düzenlemeler, MGK genel sekreterliğinin işlevsiz hale getirildiğini ve milli güvenlik için araştırma yapma yetkisinin kaldırıldığı gibi eleştirileri de beraberinde getirdi.[9] Yıllar içerisinde ise MGK'nın yeni yapısından taviz verilmemiş ve önemli kararların arefesinde sivil siyasetin enstürmanlarından birisi haline gelmiştir.


b) Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Mali Yönden Denetlenmesi

Meclise 2005 yılında sunulan bir başka kanun değişikliği ise Silahlı Kuvvetlerin mali denetimi ile ilgili olandı. Sayıştay’ın yetkilerini düzenleyen ve bu kuruma kamu kuruluşlarının harcamalarını denetleme yetkisini veren 160. maddesindeki boşluklar ve bu konudaki yorum farklılıkları, TSK’nın harcamalarının Sayıştay tarafından denetimine izin vermiyordu. 160. maddenin ‘TSK’nın elinde bulunan devlet mallarının TBMM adına denetlenmesi usulleri, milli savunma hizmetlerinin gerektirdiği gizlilik esaslarına uygun olarak kanunla düzenlenir’ şeklindeki son fıkrası tümüyle yürürlükten kaldırılıyordu. Böylece, getirilen istisnai hükmün kalkmasıyla TSK’da Sayıştay denetimine girmiş olacaktı. Bunun sonucu Sayıştay denetçileri, TSK harcamaları üzerinde denetleme yapabileceklerdi.[10] Bu yasa tasarısı Meclis’te beş yıl bekledikten sonra 2010 yılında yürürlüğe girdi. Yürürlükteki haliyle, tüm askeri harcamalar ve kamu alımları Sayıştay’ın denetimine tabi tutulmuş fakat OYAK bunun dışında tutulmuştur. Askeriye, Cumhuriyet tarihinde ilk defa askeri harcamaları sivil denetime tabi tutacak olan Sayıştay kanununun olduğu gibi kabul edilmesine büyük direnç göstermiştir. Askeriyeye denetim raporlarını kamuya açıklayıp açıklamama konusunda ayrıcalık tanınmıştır.[11] Yasanın bu haliyle kabulü özellikle liberal çevrelerde eleştirilere yol açsa da, onlara göre eksik olan bu düzenlemenin bile uygulanabilmesi askeri bürokrasi ile kurumsal çekişmelere sebebiyet verdi. Nitekim, 1. Ordu’ya ait Fenerbahçe Orduevi arazisi dahilinde konutlar inşa edildiği iddialarını yerinde incelemek talebiyle Orduevine gelen Sayıştay Denetçileri içeriye alınmadı. Sayıştay denetçileri ise olay yerinde tutanak hazırlayarak geri dönmek zorunda kaldılar.[12] Teoride eksik görülen yasanın pratikte uygulanabilmesi bile oldukça zordu. Esasen İttihat ve Terakki döneminden beri askeriyenin mali denetimi konusu askeri çevrelerde olumsuzluk teşkil etmiştir. İttihatçı kadroya yakınlığıyla bilinen Mahmut Şevket, Maliye Nezaretinin askeri harcamaları denetlemesine itiraz etmiştir. Fenerbahçe Orduevi Denetimi hadisesinden bir müddet sonra Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ile üst düzey Sayıştay yetkilileri bir araya gelmiş ve Org. Akar: ‘’ Biz Hazır, istediğiniz yeri denetleyebilirsiniz’’ mesajını vermiştir.[13]  Netice itibariyle Savunma Sanayi şirketlerini geliştirmekten sorumlu Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı denetim dışındadır. Ayrıca bazı denetim raporları milli güvenlik gerekçesiyle gizli tutulmaktadır.


c) Askeri Yargı



Ordu üzerindeki sivil mali denetim kısmi olarak sağlanabilmiştir. Askeri yargı ile alâkalı düzenlemeler ise 1999 yılında DGM kanunu değişikliği başlamıştır. Bu mahkemelerde yer alan her üç hakimden biri asker olduğu için Silahlı Kuvvetlerin, sivil alanda sivil yargılamada söz sahibi olmasının önüne geçilebilmek maksadıyla DGM’lerdeki askeri hakimlerin varlığına son verilmiştir. Haziran 2004’te ise DGM’ler tamamen feshedilmiş ve yetkileri özel yetkili ağır ceza mahkemelerine devredilmiştir. Askerleri isyana teşvik ve askerlikten soğutmayla ilgili fiiliyatlara teşebbüs eden sivilleri barış zamanında da  yargılayan askeri mahkemelerin yetkileri, 2003 yılında kabul edilen AB Yedinci uyum paketi doğrultusunda  daraltılarak bu sivillerin sivil mahkemelerde yargılanmalarının yolu açılmış oldu. Temmuz 2006’da yürürlüğe giren kanun değişikliği ile askeri mahkemelerin barış zamanında sivilleri yargılama yetkisi yoklama kaçağı olma durumu dahil olmak üzere tamamen kaldırılmıştır.[14]  Askeri yargı ile ilgili başka bir düzenleme Haziran 2009’da Ceza Muhakeme Kanunu 250. maddesinin içeriği ile ilgilidir. Düzenlemeyle asker kişiler, ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren suçlarla ilgili hususlarda ağır ceza mahkemelerinde yargılanacaklardır.[15] Esasen DGM’lerin kaldırılması ve yerlerine kurulan genişletilmiş ağır ceza mahkemeleri adli suçlarla ilgili mevzularda zaten askerleri yargılamaktaydı. Fakat askerlerin bazı konularda sivil yargıda yargılanırlarken başvurdukları temyiz neticesinde durumlarının askeri yargıya intikali ve bunun meşhur Ergenekon davalarında sorun oluşturabileceği çekincesi bir düzenleme gerektirmişti. Örneğin, Şemdinli Umut Kitabevi’nin bombalanması olayıyla Van 3. Ağır Ceza mahkemesinde yargılanan 2 astsubay hakkında, 39 yıl 5 ay 10’ar gün hapis cezası verilmişti. Karar temyiz neticesinde Yargıtay 9. Ceza kurulu tarafından usul yönünden bozularak sanık suçlarının askeri mahkemelerin görev alanına girdiğine hükmetmişti. Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi ise Yargıtay’ın kararına direnmeden dava dosyasını Van Kolordu Askeri Mahkemesi’ne göndermiş sanıklar ikinci duruşmalarında askeri mahkeme kararı gereğince serbest bırakılmışlardı.[16] Kısacası benzer olayların askerlerin yargılandığı Ergenekon davalarında yaşanmaması için alınan bir tedbir olduğu açıktır. Burada düzenleme demokratik değerler maksadından ziyade askeri yargıya olan güvensizliğin ve yargının belirli kademelerinin belirli ideolojik grupların hakimiyetinde olduğu kaygısının tezahürüdür. Sosyal hayatın içerisindeki düzenlemeler de yine bu yıllarda kendisini göstermiştir. 12 Eylül 2010 referandumu neticesinde kabul edilen yeni anayasa maddeleri neticesinde ise devlet güvenliğine, anayasal düzen ve işleyişine karşı işlenen bütün suçlarda askerlerin adli mahkemelerde yargılanması kabul edilmiştir. Bu referandum neticesinde askeri bürokrasi ile ilgili diğer iki düzenlemeden bir tanesi, YAŞ kararlarına karşı yargı yolunun açılması, diğeri ise geçici 15. maddenin kaldırılarak 12 Eylül döneminin Milli Güvenlik Konseyi üyeleri, bu dönemde kurulan hükümetler ve Danışma Meclisi’nde görev alanların yargılanmalarının önü açılmıştır[17]  RTÜK ve YÖK gibi kurumlarda Genelkurmay tarafından atanan askeri üye varlığı sona erdirilerek askerin, sivil siyasete müdahil alanı daraltılmıştır.[18]




d) EMASYA Kaldırıldı


Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma/ EMASYA, Erbakan hükümetinin Haziran 1997'de askerlerce istifaya zorlanmasının ardından 28 Şubat sürecinde kurulan hükümet döneminde İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay arasında 7 Temmuz 1997'de imzalanmış, 27 Mayıs darbesinden itibaren yetkileri dışında fiilen faaliyette bulunan askeri birlikler böylece yasallaşmıştı. Aşağıdaki satırlarda tam metin halinde sunulacak protokolün önemli hükmü 9. Madde idi:

EMASYA komutanlıkları, aynen bir sıkıyönetimde olduğu gibi, mülki amirin daveti olmaksızın toplumsal olaylara doğrudan müdahale hakkına sahip kılınmıştı. Protokol'ün kanuna ve hukuka aykırı olduğu ilk defa, Bülent Ecevit'in başkanlığı döneminde 25 Nisan 2002'de toplanan Mülki İdare Şûrasında saptandı: 5442 sayılı İller İdaresi Kanunu Madde 11/D[19] ile çatışıyordu. Getirdiği hükümlerle, mülki idare amirinin takdir yetkisini ve hareket serbestisini kısıtlıyor, onu askere bilgi vermekle yükümlü kılıyordu. Asayiş Harekât Merkezi ve Müşterek İstihbarat Merkezleri şeklinde sürekli örgütlenmelere gidilmesi, başta 5442 sayılı yasa olmaz üzere, iç güvenliği düzenleyen tüm yasalara aykırıydı. Fakat, o tarihte sivil iktidar askeri vesayet karşısında çok zayıf olduğu için, bu saptamanın ötesine geçilemedi. EMASYA, Mart 2006'da hazırlanan TBMM Şemdinli Araştırma Komisyonu raporunda ağır biçimde tenkit edildi ve AB İlerleme Raporlarında da her yıl yer aldı. Protokol kağıt üzerinde de kalmamıştı. 19 Aralık 2000'de, 30 tutuklu ve mahkumun hayatını kaybettiği Hayata Dönüş operasyonunda kullanıldı. 2011'de ulaşılan Jandarma belgelerinde bu operasyonun adı Tufan olarak geçmekteydi ve hazırlıkların yapılması için emri Jandarma Genel Komutanlığı 1 Ekim 2000'de vermişti. Operasyonda görevli subaylardan E. Binbaşı Zeki Bingöl Bayrampaşa Cezaevi Gerçeği adlı kitabında atılan yuvarlık lastik topa benzeyen gaz bombalarının EMASYA 66.Tugay Komutanı tarafından getirildiğini yazdı.[20] Neticede tartışmaların odağındaki EMASYA yürürlükten kaldırılmıştır.[21]

Protokol'ün kaldırılmasından sonra basında, sivil bürokrasinin nasıl bir zihniyet içinde olmaya devam ettiğini göstermesi açısından ilginç bir haber görüldü: Erzurum Valisi, jandarmaya gönderdiği 15 Mart 2011 tarihli cevabi yazıyla, kaldırılmış bulunan EMASYA protokolünü ''İlgi'' diye göstererek, jandarmanın polis bölgesinde istihbarat faaliyeti yapmasına izin vermişti. Bu türden bir duruma, Nisan 2012'de Trabzon'da da rastlanacaktır.[22]




e) Jandarma'nın Yeni Yapısı


Kısa bir süre evvel Jandarma konusunda ise iki önemli düzenleme gerçekleştirilmiştir. Jandarma, yasa gereğince sınırlardan çekilerek bu görevini Kara Kuvvetlerine devretmiştir.[23] Düzenleme askeri kurumların iç dengesi veya görev paylaşımından ziyade geleceğe yönelik projeksiyondur. Esasen batılı ülkelerin sistemleriyle paralel sınırların sivilleştirilmesi kapsamında Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı bir birimin hayata geçirilmesi ve sınırların kısa vadede bütünüyle askerlerden arındırılması tasarlanmıştır. Jandarma ile ilgili çok tartışılan diğer bir düzenleme ise askeri statülü Genel kolluk Jandarma askeri statüsünü korumak şartıyla bütünüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlanmıştır.[24] Bütün bu gelişmeler kadar önemi bir husus olan ve bugüne kadar ki askeri girişimlerin çerçevesini oluşturan, içten ve dıştan gelebilecek tehditlere karşı Türk Vatanını Korumak ve Kollamak tanımlı TSK iç hizmet kanunu (md.35) değiştirilerek ‘’Silahlı Kuvvetlerin vazifesi: Yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır’’ şeklinde düzenlendi.


f) Türk Silahlı Kuvvetleri ve Sivilleşme Çabaları


Türkiye’de ordu-siyaset ilişkileri incelenirken üzerinde durulan konulardan birsi de militarizmdir. Her devlet için ordu önemlidir ve militarizm, tek başına ordunun önemli olması demek değildir. Sivil alanlarında askeri terim ve uygulamalarla donatılmaları militarizm kavramının en kısa ve net tanımıdır ve askeri vesayete karşı olduğunu belirten düşüncelerin merkezinde ise bu uygulamaların kaldırılmalarıyla ilgili teoriler yer almaktadır. Anti militarist düşünce açısından sakıncalı bulunan en geçerli üç kavram zorunlu askerlik uygulaması, milli bayram kutlamaları ve sivil okullarda okutulan milli güvenlik dersleridir. Zorunlu askerlik gerek Türkiye’nin tarihi dinamiği gerek jeopolitik kırılganlık sebebiyle Meclis içerisinde varılan konsensüs tarafından asla kaldırılmamıştır ve vicdani red yasalaşmamıştır. Ancak 1979 tarihli Bakanlar Kurulu 8/37 kararıyla okullarda okutulan Milli Güvenlik Bilgisi Öğretimi Yönetmeliği yürürlükten kaldırılmıştır.[25] Özellikle liselerde üniformalı bir rütbeli tarafından işlenen tek kredilik ders uygulaması böylelikle bütünüyle son bulmuştur. Neredeyse ikibinli yıllara kadar yoğun askeri geçitler ve törenler eşliğinde sivil halkın katılımına açık olan törenler[26] ise oldukça sınırlandırılmış bulunmaktadırlar.
Kışla içindeki eğitimlerde marş misali söylenen ve bir kesim tarafından cinsiyetçi ögeleri barındırdığı öne sürülen geleneksel ‘’Yaylalar’’ türküsü ise kaldırılmıştır. Bunun yerine Güçlü Ordu Güçlü Türkiye, Her Türk Asker Doğar gibi sloganlarla eğitim yapılması kararlaştırılmıştır.[27]
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde sivilleşme/özelleşme çabaları ise devam ettirilmiştir. Buna göre ilk olarak Gülhane Askeri Tıp Akademisi – GATA, 150 özel güvenlikçi almak için ihaleye çıkmıştır.[28] Bu uygulama daha sonrasında da devam ettirilmiştir ve askerlik şubeleri de dahil olmak üzere askeri mahallerde özel güvenlikçiler görev yapmaktadırlar. Ayrıca orduevlerinde de profesyonelleşmeye gidilmiş genellikle hizmet işlerinde görevli olan erler yerine sivil memurlar temin edilmişlerdir.
TSK’ya bağlı bazı tesislerde ise rütbe farklılığı ayrımcılığının ortadan kaldırılmak istenmesi bazı sorunları beraberinde getirmiştir. Örneğin, Genelkurmay'da Meşe Salonu sivillere açılınca yüzbaşılar, üsteğmenler ve teğmenler bir gün yemek boykotu yaptı. Sivil memurlar da aynı şekilde karşılık vermişlerdir.[29] Ordu mensubu bile olsa memurlara, ‘’Bizden Değilsiniz’’ tavrını gösteren kurumsal zihniyetin ordu mensubu olmayan diğer sivilleri ne olarak görebilecekleri ortadadır. Bir diğer değişiklik ise kılık kıyafet ile ilgili olmuştur. Ordu evleri, askeri gazinolar ve sosyal tesislerde gerçekleştirilecek düğünlere katılan misafirlere yönelik türban, sarık, cübbe ve takke yasağı kaldırıldı.[30] İlerleyen dönemde bütün tesisler için yasak kaldırılmış bunun da ötesinde türban TSK personeli arasında da serbest bırakılmıştır.
Postmodern toplum tipinde iki binli yıllarda ivme kazanarak devam eden asker-sivil ilişkileri kapsamında gerçekleştirilmiş önemli düzenlemeler özet olarak şu maddeler halinde sıralanabilir;


 -  MGK’da sivil üyelerin sayısı artırılmış, olağan toplantı takvimi iki ayda bir olarak düzenlenmiş, sivil sekreterlerin görev alması sağlanmış, sekreterliğin personel sayısı azaltılarak, sekreterliğin sivil kurumlar üzerindeki bir nevi denetim yetkisi kaldırılmıştır.

 -  Askeri mahkemeler kapatılmamakla beraber yetkileri sivilleri ve askerlerin adli suçlarını kapsamayacak biçimde daraltılmıştır.

 -  Sayıştay askeri harcamalar ve tesisleri denetlemekle beraber, TSK güçlendirme vakfı ve OYAK bu düzenlemeden muaf tutulmuşlardır ve bazı denetim raporları, milli güvenlik gerekçesiyle açıklanmamaktadır.

  -  Asker kişilerin sivil kamu bürokrasisindeki görevleri sona ermiştir.

  -  Jandarma Genel Komutanlığı İç İşleri Bakanlığına bağlanmıştır.
 
-  TSK iç hizmet kanunu 35. madde değiştirilerek, askeri müdahalelere yasal dayanak oluşturan bir sistemin önüne geçilmek istenmiştir.

-          EMASYA protokolü kaldırılmıştır.  

-          Milli Güvenlik Bilgisi Dersi sivil okullarda kaldırılmış, milli törenler daha sivil ya da askersiz biçime getirilmiş, ordu içerisinde ve bağlı tesislerde kılık-kıyafet ayrımcılığı kaldırılmıştır.

15 Temmuz 2006 askeri darbe girişiminden sonra ilan edilen Olağan Üstü Hâl/OHAL sürecinde çıkartılan kararnamelerle ise;

-          Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığına Bağlanmış
-          Askeri hastaneler kapatılmış
-          16 Nisan 2017 halkoylaması sonucuyla askeri mahkemeler kapatılmış
-          Askeri şura sivilleşmiş, muhafız alayı kaldırılmış
-          Harp okulları ve astsubay okulları kurulan Milli Savunma Üniversitesine bağlı olarak faaliyet göstermeye başlamışlardır ve savunma üniversitesi ise Bakan’a bağlı bulunmaktadır.

Özellikle bu köklü değişikliklerden sonra ani karar verildiği ile ilgili eleştirilerde getirilmiştir. Özellikle harp okullarının ilgili kuvvet ile bağlarının kesilmesi doğru olmadığı gibi askeri cerrahi bambaşka bir uzmanlık dalıdır ve tıbbi istihbaratın öneminin arttığı dönemde askeri tabiplik sınıfının yeniden hayata geçirilmesi üzerinde güncel tartışmalar bulunmaktadır.









                 Asker Sivil İlişkilerinin Dönüşümü ve Sebepleri ve Sonuçlar

Türkiye’nin yakın siyasi tarihi incelendiğinde asker sivil ilişkilerinin dönüşümlerinin bazı etmenlere bağlı olduğu açıktır. Bu sebepler ve açıklamaların başında 1999’da Helsinki’de toplanan Avrupa Konseyi’nin iki yıl önce vermiş olduğu kararı değiştirerek Türkiye’ye aday ülke statüsü vermesi gelmektedir. Bu gelişmeden sonra Demokratik Sol Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve Anavatan Partisi’nin birlikte kurdukları koalisyon hükümeti ve daha sonra AKP iktidarında reformlar gerçekleştirilmiştir. Yasal değişikliklerin birçoğu Kopenhag kriterlerinin siyasi kısımlarına yönelmiş ve demokrasinin güçlendirilmesi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi alanlarda yoğunlaşmıştır.[31] Öte yandan Kasım 2002 seçimlerinde AKP 1987 seçimlerinden 2002 yılına kadar bir partinin aldığı en fazla oy oranıyla iktidara gelmiştir. 1990’larda Türkiye istikrarsız koalisyon hükümetleri tarafından yönetildiği için tek parti hükümetinin kurulması yürütme organında siyasi istikrar sağlanacağı izlenimini doğurmuştur. AKP de seçimler öncesi ve sonrasında Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen ve reform sürecini üyelik şartlarının yerine getirilmesi için hedef olarak belirleyen bir davranış sergilemiştir.[32] Türk toplumunun da AB üyelik sürecine yoğun desteğini gören Genelkurmay ve dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök, yasal birtakım değişikliklerin AB üyelik sürecine ve postmodern güvenlik anlayışına uygun olduğunu, set muhalefetin toplumsal mutabakata muhalefet olacağı düşüncesiyle nispeten sessiz kalarak desteklemiştir. Keza soğuk savaşın sona ermesi ve soğuk savaş konseptinin ortadan kalkmasıyla ordularda başlayan küçülme ve öz Vatan’ı korumak temel misyonunun genişleyerek uluslararası müdahaleler, barış gücü gibi kavramlara tezahürü Türk ordusunda da kendisini göstermiş yerel askeri kuvvetin yerini dış odaklı uluslararası asker model prototopi almaya başlamıştır. Küreselleşen dünya sebebiyle iletişim olanaklarının gelişmesi ve politik kulvara siyasi partilerin yanında şirketler ve sivil toplumun dahili siyasetin yapısını daha da karmaşık hale getirmiştir. Eskiden tek bir devlet televizyon kanalı ve radyosunu işgal ve birkaç anayolun tutulması askeri müdahale için yeterliyken günümüzde yerel ve ulusal yüzlerce televizyon kanalı ve radyo istasyonu dışında alternatif iletişim, sosyal medyanın popülerliği ve engellenmesinin bile basitçe aşılabilmesi, 1980’lerden itibaren başlayan ve artık oldukça özerk duruma gelen sermaye gruplarının iknasına muhtaç bir süreci kapsaması gibi hususlar askerde de müdahale yönünde isteksizliğe yol açmıştır. Türk siyasetinde de resmi ideoloji Kemalizm’in temsilcisi Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu nezdinde 2011 genel seçimleri öncesi TSK’nın otonomisini sorgulayan önerileri, muhalefet partilerinden ordu ile bütünleşmiş bir siyasi yapının da vesayeti açıkça sorguladığını göstermiş ve militarize algının zayıflamasına katkıda bulunmuştur.
 NATO’ya üyelik ve sonrası sivil hakimiyetin tesisinde doğrudan katkısı olan bir unsur olarak gösterilemez. Zira Cumhuriyet döneminin bütün askeri müdahaleleri NATO üyeliğinden sonra gerçekleşmiştir. Soğuk savaş konseptinde, askeri müdahaleler NATO’ya bağlı kalındığı takdirde cılız eleştirilere tabi tutulmuş ve bunun ötesinde bir davranış projeksiyonu gerçekleştirilmemiştir. Fakat günümüzde böyle bir müdahalenin NATO ve AB nezdinde daha ağır muamelelere tabi tutulacağı açıktır. Hulasa, değişen siyaset yapısı ve uluslararası kurumların korporatasit etkilerinin[33] postmodern dönemde sivil asker ilişkilerinin dönüşümünü etkilediği sonucu çıkarılabilir.
Öte yandan Türkiye’nin tarihsel mirası gereği askeri ve sivil bürokrasinin keskin çizgilerle birbirlerinden ayrılması çokta olanaklı olamamıştır. Değişen ve gelişen toplumsal tabakalar, aynı zamanda sivil ve askeri bürokrasinin beklenti ve taleplerini yeniden şekillendirebilecektir. Bu çalışmayı bitirirken sivil bürokrasi hakkında iki önemli nokta mevcuttur. Birinci nokta, sivil ve askeri bürokrasi arasında çok yakın bir ilişkinin eskiden olduğu gibi, bugün de varlığını sürdürdüğüdür. Bu nedenle her iki grubun nitelikleri birbirlerini önemli ölçüde etkilemektedir. Bu açıdan, 21. yüzyılda, sivil bürokrasinin, siyasette daha aktif rol oynayacağı anlaşılan askeri bürokrasiden önemli ölçüde etkileneceği söylenebilir. İkinci önemli nokta, toplumun sınıfsal yapısı değiştikçe, bürokrasinin temel yaklaşım ve davranışlarının da değişeceğidir. İşçi sınıfı, toplumsal ve ekonomik yapı üzerinde etkili olmaya ve siyasal olaylar içinde ağırlığını duyurmaya yeniden başlarsa, bürokrasinin de (hem asker, hem sivil) temel yaklaşımlarını değiştirmesi beklenebilir.[34]







[1] Güvenlik Çalışmaları ve Strateji Danışmanı
[2] Birinci Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ve ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, dördüncü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, beşinci Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, altıncı Cumhurbaşkanı Fahri KoruTürk, yedinci Cumhurbaşkanı Kenan Evren asker kökenlidirler. Altıncı Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde bir başka general Faruk Gürler de güçlü adaylardandır. Fahri KoruTürk’ün Cumhurbaşkanlığı görev süresi dolduğunda ise Cumhuriyet Halk Partisi ve Adalet Partisi asker kökenli kişileri Cumhurbaşkanı adayı olarak teklif etmişlerdir.
[3] 10. Cumhurbaşkanı Seçildi, Haber Bültenleri, 5 Mayıs 2000
[4] 4963/27.Madde
[5] Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'ne atanan ilk sivil Türkiye'nin Atina Büyükelçisi Yiğit Alpogan olmuştur.
[6] 4963/24.Madde
[7] http://www.mgk.gov.tr/index.php/milli-guvenlik-kurulu/mgk-uyeleri, 4789/1.Madde
[8] 4963/25.Madde
[9] CHP'li Öymen: MGK işlevsiz hale getiriliyor, Hürriyet, 30 Temmuz 2003
[10] Anayasa Değişiyor, http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/05/04/453594.asp
[11] Sayıştay Krizde! Acil Bir Sorun Ama Önemli Bir Gündem Maddesi mi?,  http://researchturkey.org/tr/turkish-court-of-accounts-in-crisis-an-urgent-problem-yet-not-a-main-concern/
[12] Sayıştay, Orduevine Alınmadı, http://enethaberci.com/sondakika-guncel-haberleri/sayistay-orduevine-alinmadi-113109.html
[13]  Sayıştay, Denetim İçin Fenerbahçe Orduevine Girecek, Basın Bültenleri
[14] Yaprak Gürsoy, Türkiye’de Sivil-Asker İlişkilerinin Dönüşümü, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Aralık 2012, s.15
[15] http://www.yenisafak.com.tr/politika/artik-askeri-mahkeme-sivil-yargilayamayacak-195036
[16] Mesut Hasan Benli, Zaten Askerler Sivil Mahkemede Yargılanıyor Yasa Niye Değişti?, Radikal
[17] İşte Referandumda Değişecek Maddeler, http://www.haberturk.com/gundem/haber/541821-iste-referandumda-degisecek-maddeler
[18] 9. Uyum Paketi Meclis’te, http://arsiv.ntv.com.tr/news/275600.asp
[19] Valiler, il de çıkabilecek veya çıkan olayların, emrindeki kuvvetlerle önlenmesini mümkün görmedikleri veya önleyemedikleri; aldıkları tedbirlerin bu kuvvetlerle uygulanmasını mümkün görmedikleri veya uygulayamadıkları takdirde, diğer illerin kolluk kuvvetleriyle bu iş için tahsis edilen diğer kuvvetlerden yararlanmak amacıyla, İçişleri Bakanlığından ve gerekirse Kara Kuvvetleri Komutanlığının sınır birlikleri dahil olmak üzere en yakın kara, deniz ve hava birlik komutanlığından mümkün olan en hızlı vasıtalar ile müracaat ederek yardım isterler. Bu durumlarda ihtiyaç duyulan kuvvetlerin İçişleri Bakanlığından veya askeri birliklerden veya her iki makamdan talep edilmesi hususu, yardım talebinde bulunan vali tarafından takdir edilir. Valinin yaptığı yardım istemi geciktirilmeksizin yerine getirilir. Acil durumlarda bu istek sonradan yazılı şekle dönüştürülmek kaydıyla sözlü olarak yapılabilir.
[20] Baskın Oran, ''Emasya Protokolü'', Baskın Oran (ed.) Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt III (2001-2012), 3. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2017, s. 97-98
[21] EMASYA Yürürlükten Kaldırıldı, 4 Şubat 2010
[22] Oran, A.g.e, s.98
[23] Jandarma Sınırdan Çekildi, http://www.aksam.com.tr/guncel/jandarma-sinirdan-cekildi/haber-180556
[24] Jandarma Artık İçişleri’ne Bağlı, http://www.milliyet.com.tr/jandarma-artik-icisleri-ne-bagli/siyaset/detay/2026309/default.htm
[25] Milli Güvenlik Dersi Kaldırıldı, Hürriyet, 25 Ocak 2012
[26] Bu törenlerin düzenlendiği İstanbul’daki geleneksel adres Vatan Caddesi’dir. Tören günlerinde Vatan Caddesi’nin paralelinde yer alan Millet Caddesi gibi güzergâhlarda yol ve yaya köprüleri karşılıklı olarak üniformalı askeri inzibatlarca tutulan nöbetlere sahne olurdu.
[27] ‘’Yaylalar…’’ Emekli Oldu, Milliyet, 27 Şubat 2012
[28] TSK’da ‘Özel’leşiyor!, Radikal, 2 Ocak 2012 ; Askeri Kadın Güvenlikçi Koruyacak, https://www.memurlar.net/haber/220548/askeri-kadin-guvenlikci-koruyacak.html
[29] Yüzbaşılar Sivillerle Birlikte Yemek Yemekten Rahatsız, https://www.ensonhaber.com/gundem/yuzbasilar-sivillerle-birlikte-yemek-yemekten-rahatsiz-2012-03-11, 11 Mart 2012
[30] Türban Sarık Cüppe Orduevine Girecek, Sabah, 17 Mayıs 2012
[31] Yaprak Gürsoy, Türkiye’de Sivil Asker İlişkilerinin Dönüşümü, s.21
[32] A.g.e., s.23
[33] Uluslararası Kurumların taşıdığı normlar ve değerler bakımından salt birer aktörden ziyade temel unsur olduğunu kabul eden korporatistler, sosyolojik kurumsalcılık ilkesini benimserler. Buna göre Ülkeler, uluslararası kurumlarla olan ilişkileri neticesinde zamanla kendiliğinden değişecek ve dönüşeceklerdir. Yani burada sonuç odaklı bir gereği yerine getirme zorunluluğundan ziyade kendiliğinden gerçekleşen doğal bir süreç söz konusudur. Bunu Türkiye’nin asker sivil ilişiklerinin dönüşümüne uyarlarsak, yıllardır sürdürülen AB müzakereleri ve NATO’nun değişen tehdit algıları sebebiyle altmış yıldan fazla süredir batı ile dinamik bağı bulunan Türkiye, kültürel ve nüfus mübadelerinin de etkisiyle, insan hakları ve demokratik değerler olarak dönüşmüş, kışlasında ordu kavramını benimsemiş olabilir.
[34] Emre Kongar, 21.Yüzyılda Türkiye 2000’Li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, s.660