27 Ocak 2020 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN TERÖRİZMLE MÜCADELE KAPSAMINDA OLUŞTURMASI GEREKEN İSTİHBARAT STRATEJİLERİ


‘Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.’ Şeklinde tanımlanmaktadır. Bir devletin istikrarının zaafa uğramasında en büyük etmenlerden biri kabul edilebilecek terörizm konusunda kapsamlı güvenlik stratejilerinin oluşturulması gerekir. Ancak güvenlik stratejileri sağlıklı istihbarat kurumlarıyla desteklenemezse terörle mücadele konsepti eksik bir mahiyeti ifade edecektir.
İstihbarat, Arapça kökenli bir sözcük olarak haber anlamına gelmektedir. Gerçekten de istihbaratın tarihsel gelişim süreci içerisindeki ilk aşaması haberlerin alınmasının istihbaratın genel misyon ve görevinden ibaret olduğu bir dönemi işaret etmektedir. Ancak istihbarat bu kadar yalın olarak varlığını sürdürmemiştir. Batı dillerindeki karşılığı olan Intelligence’nin anlamları olan akıl, zeka gibi karşılığa denk düşmüştür ve veri temininin yanı sıra verilerin işlenerek analiz haline dönüştürülmesini içermiştir.
Buna göre istihbarat günümüzde kavram olarak sadece bilgi ve haber elde etmek değil, aynı zamanda bunların tasnifi, incelenmesini, değerlendirilmesini ve kullanılması için dağıtımını da kapsar. İstihbarat faaliyetleri kesintisiz süren bir çalışma olup planlama, toplama, değerlendirme, üretim, dağıtım ve kullanım aşamalarından geçmektedir. Bu faaliyetlerin icrası ise istihbarat çarkı adı verilen metoda uygun olarak yapılır. İstihbarat çarkı ise dört aşamadan oluşmaktadır:

- Planlama: İstihbarat ihtiyaçlarının tespiti ve yönlendirilmesi
- Toplama: Toplama safhasında haber toplanmasına ilaveten; her türlü veri, duyum, emare, bilgi, görüntü, ses gibi hususlarda toplanmaktadır.
- Değerlendirme: Haberlerin işlenmesi ve değerlendirilmesini içermektedir.
- Dağıtım: İstihbaratın kullanımını ifade etmektedir.

İstihbaratın günümüzde gelinen noktada oldukça teknik ve karmaşık bir yapıda olduğu, bunun için ise farklı disiplinlerin istihbaratın konusu içerisine girdiği bir sürecin hızlanması geleneksel istihbarat kavramını da değiştirmiştir. Ulusal istihbarat teşkilatlarının bu misyonları, kolluk teşkilatları gibi birimlerin istihbarat yapılarından bu bakımdan ayrılmaktadır. Genel istihbarat teşkilatları kapsamlı ve stratejik mahiyetteyken, kolluk birimleri gibi istihbarat yapıları, kısa vadeli ya da adi suçlara yönelik çalışmaları kapsamaktadır. Daha teknik bir tanımla; Karar alıcıların hatalı planlama ve hareketleriyle kendi politikalarına zarar ve taahhütlerine zarar vermeyecek şekilde diğer devletlerle ilgili olarak sahip olmaları gereken bilgi türüdür. Stratejik istihbarat, siyasal ve askeri karar alıcılara hizmet etmek üzere; barış zamanında dış politika ve ulusal güvenlik politikalarının oluşturulmasında, savaş zamanında ise kuvvet seferberliği, hedef tespiti ve nihai hedefe ulaşma yollarını belirlemek için yapılan istihbarattır. Stratejik istihbaratın insanlığa en önemli katkısı, onun geleceği görme çabası ve bu çabanın siyasi, askeri, ekonomik ve sosyal istikrara yaptığı katkıdır. Stratejik istihbarat, karar alıcıların, rakip ve dost güçlerin niyetleri hakkında daha bilgili olmalarını sağlar. Böylece karar alıcıların kendilerini daha güvende hissetmelerini ve bundan dolayı isabetsiz güvenlik arayışları içine girmemelerini sağlar. Stratejik istihbarat, ulusal çıkarların ve güvenliğin korunması ve sağlanması amacıyla; ulusal gücün doğru, ekonomik ve etkin bir şekilde geliştirilmesi ve kullanılması için çok hünerli kişiler ve kurumlar tarafından yerine getirilmesi gereken ulusal bir görev ve kabiliyettir.
Türkiye’de istihbarat faaliyetlerinde bulunan kurumlar:
Milli İstihbarat Teşkilatı, Jandarma, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı, Mali Suçları Araştırma Kurulu, Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı olarak genel olarak sıralanabilir. İstihbarat ile ilgili kurullar ise;
1) Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu
2) Kaçakçılık İstihbarat Koordinasyon Kurulu olarak sıralanabilir.

Milli İstihbarat Teşkilatı stratejik istihbarat üretmekten sorumlu yegane birimdir. Güçlü bir devlet yapılanması ve terörle mücadele etkin konumun sürdürülebilmesi için istihbaratın işlevselliği oldukça önemlidir. Türkiye’de istihbarat çalışmalarının ve istihbarat teşkilatlarının rasyonel ve etkin bir zeminde yeniden tanımlanması gerekmektedir. Bunun için öneriler şu biçimde sıralanabilir:
- Türkiye’de istihbarat iç ve dış olarak ikiye ayrılmamalıdır. Yeni bir iç istihbarat biriminin kurulması durumunda MİT bilgi envanterini bu yeni kurumla paylaşmak durumunda kalacaktır. MİT bu duruma direnç gösterir ve kurumlar arası çatışma yaşanabilir. Bu sebeple iç ve dış stratejik istihbarat üretme yeteneği MİT uhdesinde bulunmalıdır.
- Genel kolluk birimlerinin istihbarat kabiliyetleri kesinlikle taktik istihbarat ile sınırlı tutulmalıdır ve kolluğun stratejik istihbarat hevesinin önüne set çekilmelidir.
- Dünyadaki istihbarat teşkilatlarının personel olarak geniş hacimde bulunmaları, Türk istihbaratı ile karşılaştırılmaktadır. MİT'in personel sayısı gizli olmakla birlikte 2014 yılında açıklanan rakam 8000'di ve bugün de sayının bu civarda olduğu düşünülmektedir. Bu rakamın çoğunluğu ise Ankara merkez olmak üzere, İstanbul, İzmir ve Diyarbakır bölge başkanlıklarında bulunmaktadır ve personelin çoğunluğu, koruma, teknik eleman, tercüman gibi sınıflardan oluşmaktadır. Bu durum da bir veri olarak değerlendirildiğinde MİT'in personel sayısının oldukça yetersiz olduğu ve rakamın yukarı çıkartılması gerektiği istihbarat tezlerinin neredeyse tamamında işlenmektedir. Birbirlerinden alıntı yapan bu tezlerin hepsi temenni hükmündedir ve gerçekle bağdaşmamaktadır. Kurum personel sayısını artırmak için buna uygun olarak MİT bütçesinin yükseltilmesi gerekecektir. Güvenliğin istihbarat temelli sağlanmasının yükseldiği postmodern devlet ve toplum düzeninde bütçenin yükseltilmesi elverişli olabilir. Fakat başka faktörlerde göz önünde bulundurulmalıdır. Personel sayısını bir anda artırmak ve kadroları şişirmek liyakat meselesinin delinmesine yol açacaktır. Ayrıca bu denli fazlalaşan personelin takibi de güçleşecektir. ABD ve İngiltere gibi küresel devletlerin istihbarat birimlerindeki personel çokluğu bu ülkelerin dış etkilerinden ve neredeyse her ülkede faaliyet sürdürmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu ülkelerde yer alan istihbarat birimleri, adı az duyulan ya da hiç duyulmayan ülkelerde bile faaliyet göstermekte ve bu ülkelere dönük raporlar hazırlamaktadırlar. Bu kadar büyük bir hinterlandı, sinyal, teknik ve insan bakımından takip edebilmek için bu oranda personele ihtiyaç duyulmaktadır. Türkiye'de hızla gelişmekte olan bir ülkedir ve MİT son yıllarda özellikle Irak'ta PKK yöneticilerine yönelik başarılı dış operasyonlar gerçekleştirmiştir. Ancak Türkiye henüz bütün kıtalara kültürel yayılma teşebbüsüne erişmemiştir. Türkiye'nin, kamu diplomasisi, yumuşak güç unsurları, ordunun faaliyetleri ve ekonomik kapasitesinin durumu yükseldikçe cazibe merkezi olma vizyonu temin edilmiş olunacaktır. Böylece stratejik bağlamda ileriden savunma konsepti yalnızca sınır komşularından değil bütün kıtaların en dip yerlerinden başlatılacak ve bir bölgenin güvenliğinin diğer bölgeleri de etkileyeceği görüşü alışkanlık edinilecektir. Bu durumda dış ülkeleri dinleme, takip, izleme ve dış ülkelerin faaliyetlerine göre iç kulvarda istihbarata karşı koyma ya da propagandaları deşifre etme gibi istihbari çalışma alanlarında daha fazla personele ihtiyaç duyulacak ve bu oranda da temin gerçekleştirilecektir. Yani istihbaratın personel sayısını misliyle artırmak Türkiye'yi güçlü yapmaz, ancak Türkiye'nin potansiyeline dayanarak diğer ülkelerde faaliyetlerini artırması ve yeni güvenlik tehditlerini deşifresiyle birlikte gerekli olan istihbarat personel sayısı artar, doğru çözümleme, tehditlere uygun istihbari bütçe ve istihbari eğitim kavramlarının bütünüyle güçlü Türkiye yolunda başarılı adımlar atılmış olunur.
- İstihbarat Koordinasyon Kurulu etkin kullanılmalıdır.
- Genelkurmay Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Toplumla İlişkiler Daire Başkanlığı, Genelkurmay Stratejik Araştırmalar ve Etüdler Merkezi / SAREM yeniden açılmalıdır.
- Milli Güvenlik Kurulu her ay olağan olarak toplanmalı, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün adı İç Güvenlik Müsteşarı olarak değişmeli ve İç Güvenlik Müsteşarı da MGK üyesi yapılmalıdır.
- Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı yeniden açılmalı bazı kamu kurumlarının güvenlikleri müsteşarlığa devredilmelidir. Ayrıca müsteşarlık istihbari Think Tank olarak değerlendirilmelidir.
- Postmodern güvenlik konsepti gereği olarak numaralı ordu komutanlıkları kaldırılmalı ve Müşterek Kuvvetler Komutanlıkları oluşturulmalıdır.
- Terör mefhumunda karşılıklılık stratejisinden faydalanılmalı ve böylece Türkiye’nin iç ve dış istikrarını bozmaya yönelik terör faaliyetlerini destekleyen ülkelere karşı o ülkelerin ayrılıkçı grupları desteklenmelidir.

22 Ocak 2020 Çarşamba

TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ




Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı Devleti’nden devir aldığı kurumsal özelliklerinin başında ordunun siyasi arenadaki ayrıcalıklı konumu bulunmaktadır. Cumhuriyet’in kurumsal olarak ortaya koyulmayan ancak olduğu öne sürülen Kemalist ideoloji zeminine dayanak oluşturmak suretiyle askeri darbelerin meşruiyet kazandığı özellikle ise 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin darbeci damarı beslediği ileri sürülen popüler bir tezidir. Ancak Osmanlı Devleti’nde de Padişahların üçte biri darbeyle tahtlarından indirilmişler ya da tahta geçirilmişlerdir. O dönemde de bu darbelere meşru bir zemin bulunmuştu ve darbeciler için uygun bir söylem geliştirmek hiç zor olmayan bir mefhumdu. Bu alışkanlığın sivil bürokrasinin gelişmesiyle birlikte darbe zihniyetini de aşarak toplumsal ve siyasi alana müdahil alışkanlığı bir devletin iç politikası kadar dış politikasını da etkileyebilecek bir mekanizma olurdu.
27 Mayıs 1960’dan itibaren çoğalan modern askeri darbeler, muhtıralar ve bildiri yayımlama prensibi her darbe veya benzer girişimden sonra genel hatlarıyla dış politikadan sapılmamasını getirmiştir. Askerler dış politika gibi karışık ve uzmanlık seviyesinde ki bir alanda köklü değişiklikler yapmak yerine NATO benzeri kurumlarla ilişkilerin devamlılığına vurgu yaparak iktidarlarının tanınmasını beklediler. Genellikle iç siyaseti yönlendirici etkileri, dış politikanın faturasıyla siyasileri baş başa bırakmaya dönük bir misyonu içeriyordu. 1961 Anayasası’nda hayata geçirilen Milli Güvenlik kurulu zaman içerisinde güvenlik politikaları üzerinde etki sürdürecek askeri bir organ haline dönüşmüştür. 1990’ların başında başlayan sivilleşme ya da sivil-asker ilişkilerinin demokratik teamüle oturtulma çabaları ise 1995 yılında Refah Partisi’nin iktidara gelmesiyle birlikte yeniden askerlerin büyük oranda iç siyasete müdahil oldukları bir atmosferi doğurmuştur. Bunun sonucu olarak askeri kanat ABD ve İsrail ile ilişkilerin devamından taraf politik hamleleri tavsiye etmiştir.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesiyle beraber, Türkiye’de ivme kazanan Avrupa Birliği süreci, siyasetin demokratikleşme ve sivilleşme çabasıyla birleşince askerin etkin olduğu yasal merci MGK da sivilleşmiş ve etkisi neredeyse sembolik seviyeye indirgenmiştir. Ancak buna rağmen askerler özellikle iç politikada etkin olmuşlardır. 2002-2006 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı görevini üstlenen ve demokrat olarak ifade edilen Orgeneral Hilmi Özkök bile başta İmam Hatip konusu olmak üzere pek çok alanda kimi zaman sert tonlu açıklama yapma gereği duymuştur. Ancak askerlerin dış politika ile aralarına mesafe koymaya başlamaları bu süreçte de devam etmiştir. Bu yıllarda en önemli dış politika konuları arasında, ABD’nin, Irak’a müdahalesini içeren ve bu bağlamda Türkiye topraklarında konuşlanılması gündeme gelen 1 Mart tezkeresiydi. Asker tezkere konusunda net bir görüş ifade etmese bile bu durum ABD’li yetkililer tarafından ordunun siyasete baskısı olarak işlenmiş ve bazı Türk komutanlar sakıncalı ilan edilmişlerdi.
O dönemde en önemli dış politika konularından birisi ise Kıbrıs müzakereleriydi. Ak Parti hükümeti iki toplumlu ve tek devletli çözümden taraftı ve bu durumu ordu da onaylamıştı. MGK bildirilerinde bile pürüz çıkmaması bu durumun kanıtları arasında olmuştur. Fakat yine de ordunun tam olarak dış politikaya ilgisiz olduğu söylenemezdi. MGK’nın dışında Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki ne benzer yapılarda daireler ve çalışma grupları oluşturulmuştur. Bu grup ve dairelerden başlıcaları ise şu biçimde sıralanabilir:

-          Yunanistan ve Kıbrıs ilişkilerini incelemek için; Yunanistan-Kıbrıs Dairesi
-          Ulusal Bilgi Güvenliği için; Güven Çalışma Grubu
-          Komşu ülkelerdeki füze silahlanmalarını incelemek için; Barbaros Çalışma Grubu
-          AB Türkiye sürecini izlemek için; AB Çalışma Grubu
-          Kafkasya’da ki gelişmeleri izlemek için; Kafkasya Çalışma Grubu
-          Türkiye’nin uluslararası ilişkiler araştırmaları için; Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi
-          Genel stratejileri üretebilmek için; Stratejik Araştırma ve Etüdler Merkezi
-          İslâmcı hareketleri izlemek için; Batı Çalışma Grubu
-          Ak Parti icraatlarını izleyebilmek için; Cumhuriyet Çalışma Grubu
-          Kürt sorununu izleyebilmek için; Doğu Çalışma Grubu.


Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu denli araştırma ve çalışma grubuna haiz olmasına rağmen doğru analizler temin edip dış işleri karar sürecine bilgilendirici olarak katılması gerektiğine rağmen bu hususta gerekli itinanın gösterilmemesi de ideolojik kalıplar ve söylemlerden çok aslında kurulların işlevselliğinin verimliliğini tartışmaya açmaktadır.
Asker sivil ilişkilerinin özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonra siviller lehine baskın olarak şekillenmesiyle beraber Genelkurmay’ın da dış politikada ki konumu neredeyse en alt kademeye indirilmiştir.
Önceki yıllarda dış politika yapım sürecinde anayasal açıdan, doğrudan yetki ve görevi olmamakla birlikte etkin olan kurumlardan birisi Genelkurmay Başkanlığı idi. Milli güvenlikle ilgili sorunlarda Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ile birlikte hareket eder ve Silahlı Kuvvetlerin bu konudaki uzmanlığından yararlanırdı. Bazı kanuni düzenlemeler Genelkurmay Başkanlığının dış ilişkiler alanında etkili olabilmesini sağlamaktaydı.[1]
Ancak 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra geçiş sürecinde Genelkurmay Başkanlığı Cumhurbaşkanı’na, OHAL döneminden sonra ise Milli Savunma Bakanı’na bağlanmıştır ve kuvvetler üzerinde de doğrudan bir yetkisi bulunmamaktadır. Yeni güvenlik modelinde Genelkurmay Başkanlığı, üniformalı askeri statülü danışman olarak görülmektedir ve bu durumda dış politika üzerindeki dolaylı etkisini kaybetmiştir. Yeni dönemde Milli Savunma Bakanlığı ön plana çıkmaktadır. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modeli ile birlikte, politik kurullar oluşturulmuş ve bakanlıkların yol haritaları kurulların taslak ve raporları doğrultusunda belirlenmeye başlamıştır. Buna göre dış politika yapım sürecinde doğrudan etkili merciler; Cumhurbaşkanlığı-Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu-Dışişleri Bakanlığı olarak belirlenmiştir. İlerleyen süreçte Milli Savunma’nın da güvenlik ile ilgili konularda görüş ve taslakları dikkate alınmaya başlamıştır. Bu uygulama doğru bir stratejiyi içermektedir.
Değişen dünyanın uluslar ilişkileri ve diplomatik yeteneklerinde sert gücün ötesine geçen yumuşak güç uygulamaları bu güçlerin temel ögelerinin misyonlarını da genişletmiştir. Örneğin ordular artık yalnızca askeri güç uygulamalarında değil zorlayıcı diplomasinin yanı sıra, yumuşak güç uygulamalarında da görev almaktadırlar. Bunların başında ise kamu diplomasisi faaliyeti olarak da nitelenen barış koruma misyonları gelmektedir.
Türk Dış Politikasının sloganı haline gelen ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesi doğrultusunda Türkiye dünya barışının korunmasına kabiliyetleri doğrultusunda katkıda bulunmaktadır. BM’nin barışı koruma faaliyetleri genel olarak Soğuk Savaş sonrası dönemde yoğunlaşmaktadır. Barışı koruma olarak adlandırılmakla birlikte Soğuk Savaş döneminde de askeri müdahaleler görülmüştür. Bunlardan ilki, Kora Savaşı’na müdahaledir. Soğuk Savaş ortamında hür dünyanın savunulması adına Kore’ye asker gönderen Türkiye, hür dünyanın parçası olduğu ve Avrupa’nın SSCB’den korunmasında özverili ve kahraman Türk askerine ihtiyaç olduğu mesajını vererek NATO’ya üyelikle birlikte Türkiye’nin Batı’ya ait olduğunun tasdik edilmesini sağlamıştır. Kore’ye asker gönderilmesi elbette bir kamu diplomasisi faaliyeti olmaktan çok, Türkiye’nin yakından maruz kaldığı SSCB tehdidine karşı Batı güvencesi sağlayacak NATO üyeliğinin bir nevi faturası olarak değerlendirilebilir. Öte yandan bu deneyim, Türk askerinin dış politika hedefleri doğrultusunda, doğrudan güç uygulama dışında kullanılmasına da bir örnek teşkil etmektedir. Barış koruma harekâtları yalnız BM tarafından değil, diğer uluslararası örgütler veya bir ülke liderliğinde oluşturulan ad hoc çok uluslu kuvvetler tarafından da gerçekleştirilebilmektedir. Ancak bunların tamamında BM Güvenlik Konseyinin veya istisnai durumlarda genel kurulun yetki kararı çerçevesinde hareket edilmektedir. Yani AB veya NATO tarafından da icra edilse BM kararına dayanması, müdahalenin uluslararası hukuk açısından meşruiyetinin temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin katıldığı tüm barışı koruma harekâtları uluslararası hukuki meşruiyeti haizdir. Elbette uluslararası hukuk açısından meşru görünen bir müdahalenin siyasi ve toplumsal açından da meşru olduğunu söylemek mümkün değildir. Barışı koruma harekâtları arasında nitelik açısından askeri harekâtlar ve sivil misyonlar olmak üzere ikili bir ayırım yapılması mümkündür. Çatışmaları durdurmak veya önlemek amacıyla oluşturulan askeri harekâtlarda doğal olarak ordular/askeri unsurlar kullanılırken, barışı korumak ve çatışma sonrası özellikle devlet inşasına yardım ederek söz konusu bölgede uzun süreli istikrarı sağlamak amacıyla oluşturulan sivil misyonlarda kolluk kuvvetleri veya sivil personel kullanılabilmektedir. Türkiye’nin katıldığı askeri harekâtlarda, TSK unsurları görevlendirilirken sivil misyonlarda da Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı görev yapmaktadır.[2]





          Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kamu Diplomasisi Faaliyetleri

. Kosova

NATO, Şubat 1998'de Kosova'da Arnavut ve Sırp birlikleri arasındaki çatışmaları durdurmak için yapılan görüşmelerden sonuç alınamaması üzerine BM'nin 1244 Sayılı Kararı gereğince 23 Mart 1999'da Sırbistan ve Karadağ'a hava harekâtı başlattı. Kosova Gücü (KFOR) ve BM Kosova Geçici Yönetim Misyonu (UNMIK) da 10 Haziran 1999 tarihinde bölgeye girdi.
Kosova'daki gelişmelere kayıtsız kalmayan Türkiye de NATO harekâtına destek verdi. Kosova Türk Tabur Görev Kuvveti bu kapsamda, 01 Temmuz 1999 tarihinde Ankara Mamak'taki kışlasından Kosova'ya kara, hava ve demiryoluyla intikaline başladı ve 04 Temmuz 1999 tarihinde intikalini tamamlayarak barışı destekleme harekâtında görev aldı.
Kosova Türk Temsil Heyet Başkanlığı'nın 16 Mayıs 2006'da kurulmasıyla buraya bağlanan Kosova Türk Tabur Görev Kuvveti, KFOR kuvvetlerinin kolordudan tümen seviyesine düşürülmesiyle Temmuz 2011'de Türkiye'ye döndü. Bu tarihten itibaren Kosova'da kalan 6. Motorlu Piyade Bölüğü, Çok Uluslu Muharebe Grubu-Doğu harekât komutasında Bondsteell Kampı'nda konuşlandırıldı. Çok Uluslu Muharebe Grubu-Doğu bünyesinde bulunan diğer ülke bölükleriyle dönüşümlü olarak Kosova'nın kuzeyindeki kamplarda görev yapıyor.
Türk askerinin diğer ülkelere kıyasla daha etkin olduğu sivil asker iş birliği faaliyetlerinde, eğitim, sağlık, alt yapı desteği ve insani yardım faaliyetleri ön plana çıktı. Kosova genelinde yürütülen, sağlık taramaları, Türkçe dil kursları, altyapının geliştirilmesi çalışmaları ile köy yollarının bakım ve onarımı faaliyetleri halkın takdirin kazandı.
Prizren'deki Sivil-Asker İş birliği Gençlik Merkezi'nde açılan Türkçe dil kursları bölgedeki büyük bir boşluğu doldurdu. Ayrıca, bölgenin altyapı hizmetleri için TSK; Devlet Su İşleri, Karayolları, İl Özel İdareleri tarafından tahsis edilen iş makinalarıyla bölge halkına hizmet etmiştir. Sağlık sorunlarıyla ilgili olarakta Sultan Murad Kışlası’nın revirinde gerekli hizmetler verildi.[3]
TSK, eğitim konusunda da faaliyetlerde bulunmuştur. Örneğin, Prizren Belediyesine bağlı Lubijda köyündeki 'Ekrem Reca' ilköğretim okulunun anasınıfının bakım ve onarımını gerçekleştirmiştir.[4] TSK personelinin faaliyetleri sağlık, eğitim, altyapı gibi toplumsal hizmetlerin yanında, bireylere dokunan temasları da kapsamıştır. Örneğin, ‘Engelliler Haftasında’ Türk Askeri elli civarında engelliyi evlerinde ziyaret ederek tekerlekli sandalye hediye etmiştir.[5] TSK, Kosova’yı tarihi yurt olarak kabul eden Türkiye’nin sosyal ve duygusal hafızasını taşımaktadır ve Kosova’da gerçekleştirdiği faaliyetler bu sebeple resmi formalitelerden öte anlamlar barındırmaktadır.


. Bosna Hersek

TSK’nin, Bosna Hersek’teki kamu diplomasisi faaliyetleri, AB tarafından kurulan EUFOR ALTHEA Harekâtı çerçevesinde görevli personel tarafından gerçekleştirilmektedir. Türk askeri burada ayrıca Sivil-Asker İş birliği faaliyetlerinin de gerçekleştirilmesinden sorumludur. Bu faaliyetleri şu biçimde sıralayabiliriz:

-          Türkçe kursları düzenlenmesi ve başarılı öğrencilerin Türkiye’ye kültür gezisine gönderilmesi,
-          Okullara veya hastanelere malzeme temin edilmesi veya bakım onarım ve inşaat faaliyetlerine destek vermesi,
-          Özellikle Müslüman nüfusun bulunduğu bölgelerde Ramazan ayında ihtiyaç sahibi ailelere yardım paketleri dağıtılması,
-          Bölgede düzenlenen satranç turnuvası veya iftar yemeği gibi sosyal etkinliklere katılım sağlanmasıdır.[6]



. Afganistan

11 Eylül saldırısı sonrasında Afganistan'da Taliban rejimini iktidardan uzaklaştırmak ve terör örgütü El Kaide ile mücadele için NATO, bu ülkede oluşturduğu ISAF komutanlığıyla operasyon başlattı. Türkiye başından beri ISAF'ta yer aldı.
Türkiye ISAF'ın yedinci döneminde 3'üncü Kolordu Komutanlığı ile Şubat-Ağustos 2005 tarihleri arasında 30 ülkeden oluşan bin 450'si Türk olan askerin komutanlığını üstlendi. Türkiye aynı dönemde NATO komuta kontrol yapısı içerisinde bulunan Kabil Uluslararası Havaalanı'nın işletilmesini de yürüttü. TSK'nın Afganistan'da üstlendiği birçok görevden birisi de Afgan ulusal güvenlik güçlerinin bu ülkenin güvenliğini tek başına üstlenebilmesi için verdiği eğitimdir. Bu amaçla Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Kabil'de açılan Gazi Askeri Eğitim Merkezi'nde Afganlı astsubayların temel eğitimleri Türk askeri tarafından verilmiştir.
ISAF bünyesinde bugüne kadar 12 binden fazla Afgan personele Afganistan'da görev yapan Türk askeri yerinde eğitim verdi.[7]
ISAF kapsamında Türkiye: Biri Vardak’ta, diğeri ise Şibirgan/Cevzican’da olmak üzere Afganistan’da iki adet Bölge İmar Ekibi görevlendirmiştir.[8]
6 Ocak 2019’dan itibaren, Türk askerinin Afganistan’daki görev süresi iki yıl daha uzatılmıştır.

. Suriye
Türkiye’nin sınır güvenliğini sağlayabilmek amacıyla askeri unsurlarını Suriye’ye sevk etmesiyle beraber dünya kamuoyunda Türk ordusu ve ordu nezdinde Türkiye’yi karalama kampanyaları başlatılmak istenmiştir. Ancak Türk ordusunun terör unsurları dışında sivil halkla olumlu iletişimi sağlayan uygulamaları propagandaları boşa çıkarttığı gibi TSK’nin geleneksel misyonuyla örtüşen sonucu doğurmuştur.
Resulayn’da Türk askerleri çocuklara çikolata ve şeker dağıtırken kadınlara ve yaşlılara yardım kolilerinin dağıtılmasında yardımcı oldu.[9] Askeri fırın ünitesinde pişirilen ekmeklerde yine askerler tarafından halka dağıtılmıştır.[10]
Türk askerinin görev yaptığı ülkelerde gerek barış koruma harekâtları gerek Sivil-Asker İş birliği faaliyetleri, Türkiye’nin temsiline ve Türk kültürünün tanıtımına ciddi olumlu katkılar sağlarken, savaş ve çatışma sonrası travmayı atlatmaya çalışan toplumlara düzen ve barışın sağlanmasında maddi ve manevi destek verilmesi, güçlü Türkiye imajını beslemektedir. Türkiye’nin, Bosna Hersek ve Kosova gibi tarihi ve kültürel bağları bulunan ülkelerin halklarına, TSK unsurlarının bu ülkelerdeki barışı koruma harekâtlarında görev almak suretiyle güvenliklerinin sağlanmasında verilen bu destek ortak tarihi hafızanın pekiştirilmesine de katkı sağlamaktadır. Afganistan’da ISAF’ta görev yapan diğer ülkelerin askerlerinin kışlaların dışına çıkamadığı, buna karşılık halkın Türk askerlerinin varlığından rahatsızlık duymadığı, hatta yardımcı olmaya çalıştığı söylentileri efsane haline gelmiştir.[11]


Bütün bu yazılanlardan sonra Türk dış politikasında genellikle kısıtlı imkânlar doğrultusunda adımlar atılmıştır. Bu adımlar uluslararası bir sistemi inşa edici ya da dönüştürücü mahiyette olmamıştır fakat daha özgül ve özerk politik stratejilerin uygulandığı dönemler olarak 1923-1938, 1939-1944, 1965-1970, 1974-1977, 2002 sonrasında ise parçalı olarak inişli çıkışlı dilimler gösterilebilir.

. Uluslararası sistemdeki ABD hegemonyasının değişmesi veya en azından Türkiye’nin bu yapısal hegemonyadan farklı bir yapı geliştirmesi veya içinde yer alması gerekir. Son dönemlerde gelişen Türkiye-Rusya veya Türkiye-AB yakınlaşmaları, böyle bir durum değildir. Bir dönem uygulanmak istenilen Yeni Osmanlıcılık projesi, ancak bu coğrafya ve kültür ülkelerinin ABD hegemonyasından[12] farklı bir yapı oluşturmaları veya içine girmeleri ile mümkün olabilir ki, bugün için bunu söylemek mümkün değildir. Zira Yeni Osmanlıcılık kapsamındaki ülkelerin büyük çoğunluğu uzun zamandır ABD hegemonyası içinde yer almaya devam eden aktörlerden oluşmaktadır.

. Türk dış politikasındaki medeniyet perspektifli dış politika anlayışının, mevcut uluslararası sistem yapısının gerektirdiklerinden farklı bir içeriğe ve hedefe sahip olması gerekir. Örneğin, Türkiye’nin dış politika uygulamaları, etrafındaki bölgelerde medeniyet değerlerine dayalı yeni, otonom ve farklı bir ekonomik, siyasal, kültürel ve stratejik düzen kurması ile sonuçlanabilirse, yapısal ve kalıcı ve bir dönüşüme yol açabilir.

. Türkiye’nin iç ve dış politikasında medeniyet araçlarının kullanımı konusundaki eğilimlerin güçlendirilmesi gerekir. Türkiye’nin gerek iç ve gerekse dış politika sorunlarının, hem Batı medeniyeti hem de İslâm medeniyeti kaynaklı değerlerinin özgün bir şekilde buluşturularak ve kaynaştırılarak çözümünün sağlanması mümkündür.

. Türk dış politikasında bir değişimin olabilmesi için, öncelikle iç politikanın bu yönde yeniden yapılandırılması ise kaçınılmazdır. İyi bir iç politika düzeninin şartları olan demokrasi, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk, piyasa ekonomisi, insan hakları ve medeniyet değerleri, Türkiye’nin dış politikasına da paralel bir şekilde yansıtılmalıdır.

. Türk dış politikasında medeniyet ve kültür değerlerine dayalı bir değişimin olabilmesinin diğer bir boyutu, ilgili medeniyetin ülkeleriyle sıkı bir iş birliği, dayanışma ve ortak anlayışlara dayalı kurumların geliştirilmesi gereğidir.[13]
Türk Silahlı Kuvvetleri, NATO standartlarında normalleşen sivil-asker iş birliği sürecinin sonucuyla birlikte etkin caydırıcı konumu, yerli teknolojilerden istifade oranını yükseltmesi ve bunların yanı sıra dış politikada karar verici unsur olmaktan ziyade, politika uygulayıcılarla uyumlu bir yumuşak güç vasıtası olarakta ülke içerisinde ve bölgede prestijini yükseltmektedir.



[1] Müge Aknur, TSK’nın Dış Politika Üzerindeki Etkisi, Cüneyt Yenigün ve Ertan Efegil(ed.), Türkiye’nin Değişen Dış Politikası, 1.Baskı, Ankara, Nobel Kitap, Kasım 2010, s.129
[2] Hatice Doğan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kamu Diplomasisi Faaliyetleri, Mehmet Şahin ve B.Senem Çevik(ed.), Türk Dış Politikası ve Kamu Diplomasisi, 1.Baskı, Ankara, Nobel, Eylül 2015, S.302, 303
[3] Mehmetçik Kosova’nın Gözbebeği Oldu, Sabah, 11.04.2013
[4] Türk Askerinden Kosova’daki Lubijda Köyüne Anasınıfı Desteği, Akşam, 03.12.2018
[5] Kosova’da Türk Askeri Tek Tek Engelli Aileleri Ziyaret Edip Tekerlekli Sandalye Dağıttı, Hürriyet, 07.12.2018
[6] Barışın Güvencesi Mehmetçik Bosna Hersek’te, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı 413, 2012, s.60-61
[7] Türk Askerinin Afganistan Misyonu, NTV, 16.03.2012
[8] M. Güler, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Barışı Destekleme Harekâtına Katkıları, Silahlı Kuvvetler Dergisi, sayı 413, 2012, s.7
[9] Mehmetçik Suriye’de 7’den 70’e Mazlumları Kucakladı, HaberTürk, 20.10.2019
[10] Milli Savunma Bakanlığı, 19.12.2019
[11] Hatice Doğan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kamu Diplomasisi Faaliyetleri, A.g.e, s.317-318
[12] Ya da İngiltere ve diğer güçler.
[13] Ayrıntılı bilgi; Ramazan Gözen, Türk Dış Politikasında Değişim Var mı?, Cüneyt Yenigün ve Ertan Efegil(ed.), Türkiye’nin Değişen Dış Politikası, 1.Baskı, Ankara, Nobel Kitap, Kasım 2010, s.32-33

17 Ocak 2020 Cuma

ORTADOĞU'DA YENİ BİR REFERANS: TÜRKİYE - TEL AVİV'Cİ YAHUDİLERİN İTTİFAKI


Aydınlanma ve sanayi devrimiyle birlikte Avrupa Kıtası adeta dünyanın merkezi haline geldi ve sömürge yarışıyla birlikte bloklar arası ilişkinin çok sert ve geçirgenliğe geçit vermeyen yapısı bölgesel alanla sınırlı kalması gereken bir çatışmayı da dünya minvaline taşıdı. Bu süreçte topraklarının 140 katı kadar sömürge sahasına ulaşan İngiltere farklı coğrafyalarda istihbari faaliyetlerini artırdı ve artan enerji ihtiyacı için Ortadoğu olarak adlandırdığı bölgede etkin olması gerekiyordu. Ulus bilincinin tetiklenmesiyle birlikte ulusal hareketler hız kazandı ancak Ortadoğu coğrafyasını dizayn etmek yalnızca ulus stratejileri vasıtasıyla gerçekleştirilemezdi. Bu sebeple her daim sorun  aynı zamanda koruyucu ve diplomatik gözlemciyi de var edecekti. Böyle bir ortamda siyonozmin siyasi ideolojiye dönüştürülmesi makuldür. Aslında Yahudiler her daim savaş, göç ve tehlikeler altındaydı ve daha milattan önce 586'da kurtarıcı beklemeye başlamıştır. Yahudilerin ana vatan özlemi tarih boyunca değişik seviyelerde devam etti fakat ulus döneminde artık ana yurt aranmasına kadar gelindi. Bu süreçte, Arjantin, Makedonya, Irak, Uganda gibi seçeneklerde tartışıldı fakat İngiltere'nin de yönlendirmesiyle bugünki sınırlar üzerinde duruldu. Siyasi siyonizm klasik ulusçuluk çağında klasik enerji ve paylaşım metodlarının ortaya çıkardığı yapay bir akımdır. Bu ifade Yahudilerin ulus bilinci ya da yurt edinme gayretlerini küçümsemek için değil fakat ideolojilerin kolayca yönlendirilebileceği ya da kurgulanabileceğini vurgulamak için belirtilmiştir. Günümüzde özellikle Türkiye gibi ülkelerde siyonizmin dünyayı yönettiği ve her kaotik olayı etkilediği teorileri sıkça gündemde tutulmaktadır. Oysa Yahudiler ve siyonizm küresel planlar için hiçbir şey ifade etmemektedir. Klasik sömürge ve enerji çağında nasıl ki siyonizm ortaya çıkartıldıysa yeni sömürge ve yeni enerji çağında da siyonizm ve siyonizmden beslenen İsrail'in yaşaması mümkün olmayacaktır. Çünkü bu ülkeyi korumak için diğer devletlerin ve Yahudi bankerlerin çabaları çok daha farklı kaygılara yönelmiş olacaktır.

Bugün İsrail'de seküler-dinci, sosyalist-muhafazkâr, tek devletli çözümden taraf olanların ve iki devletli çözümü isteyenlerin çatışmaları ülke geneline yayılmıştır. MOSSAD eski Başkanı Tamir Pardo'da bu durumu çok iyi bildiğinden dolayı ''İsrail'in yıkılması dıştan değil içten olacaktır'' açıklamasında bulunmuştur. İsrail siyasi yapısının istikrarsızlığı ve İsrail'in üçüncü kez erken genel seçime gidecek olması İsrail'de Netenyahu döneminin kapanacağını göstermektedir. Çünkü siyonizmin bittiği ve iç-dış çatışmanın yükseleceği İsrail'in yeni ittifaklar geliştirmesi şarttır ve bu olasılığa en yakın devlet Türkiye Cumhuriyeti'dir.

Netenyahu döneminde gerilen Türkiye-İsrail ilişkilerinin kısa süreçte düzelmesi mümkün olmadığından yeni dönemle uyumlu bir isim ve iktidarın İsrail'de yönetime geçmesi gerekmektedir.
Ancak bu yeni dönem için Türkiye'nin de bazı stratejiler geliştirmesi gerekmektedir. Tevrat'a göre Yahudilerin ilk başkentleri SHİLO'dur. Burada çadırdan tapınaklarını kuran Yahudiler ve peygamber Musa Tanrı ile yüz yüze görüşmüştür. Hulasa başkent o dönemin şartlarına göre neresi ise tapınakları da orada bulunmaktadır. İsrail'de Kudüs'e tepkili seküler, yeni Tevratçı kitle resmi Başkent Tel Aviv üzerine yoğunlaşırsa bu durum İsrail'in yıkılmasını değil tam tersine bölgedeki istihbarat çetelerinin argümanlarını boşa düşürecektir. Bunun için de Türkiye'nin Tel Aviv vurgusunu yapıp, Tel Aviv Yahudileri üzerine yoğunlaşması gerekmektedir. 

Dünya'da ülkelerdeki kentler arasındaki çekişmeler ve çatışmalar mevcuttur. Bu durumun ulus devletin pazarını koruma stratejisi ile ilgili bir yönü de bulunmaktadır.

Rusya'da; Moskova-Petersburg
Almanya'da; Bavyera-Berlin
Britanya'da; London City-Diğerleri
Türkiye'de; İstanbul-Ankara
Çin'de; Pekin-Şanghay
ABD'de; Washington-New York ve
İsrail'de ise; Tel Aviv-Kudüs.

Tel Aviv'ci İsrail ile Türkiye'nin zihinsel paktına yönetimleri seküler kulvarda değişecek olan Arabistan, Lübnan, Ürdün ile de entegre olacaktır.

Ürdün üzerine durulmayan bir ülkedir ancak bizim tanımımıza göre ''Eğreti Damattır'' 1948 Arap-İsrail savaşlarından sonra Doğu Kudüs, Ürdin'e devredildi ve bu ülke bu bölgeye neredeyse hiç yatırım yapmadı. Bu süreçte Amman'ın yıldızı parladı. 1967 yılında ise Doğu Kudüs yeniden İsrail'e devredildi.
İsrail denkleminde Ürdün'ün de bulunması siyasi tarihle örtüşmektedir.

Türkiye - Tel Aviv hattı bölgede yeni bir referansın diğer adı olacaktır.