5 Haziran 2020 Cuma

GENEL HATLARIYLA MİLİTARİZM KAVRAMI VE TÜRKİYE’NİN MİLİTARİST GELENEĞİ



Militarizm, askeri değer ve uygulamaların sivil hayattaki uzantısı olmasının ötesinde, savaş-barış, asker-sivil arasındaki sınırların silinmesi ve flulaşması anlamına gelmektedir.[1] Militarizmden ‘’askerin önemli olduğu bir rejim’’ anlamak pek doğru bir şey değildir. Her toplum için, her zaman, ‘’asker, önemlidir.’’ ‘’Militarizm’’, bütün toplumun askerin ilkeleri, kuralları, değerleri ve ideallerine göre yeniden örgütlenmesidir. Kuruluş yıllarının egemen ruh hali bu değildi. Tarih, medeniyet gibi alanlarda yapılan çalışmalarla ‘’yeni bir ulus yaratma çabası’’ önde geliyordu. Ama bu yapının ayakta durmasını, devam etmesini, fiziksel varlığıyla sağlayan Ordu’ydu.[2] Ulus devlet süreçleri ve ulusal ordulara geçiş süreçleriyle militarizmin arasında bağ vardır çünkü modern devlet öncesi dönemde kalabalık ordular ve halkın silahlandırılması İmparatorlar için bir tehdit teşkil etmekteydi. Ancak bu durumun istisnaları mevcuttur. Bu istisnalardan bir tanesi Spartalılardır. Sparta şehir devletinde her erkek gençliğinden neredeyse ölene kadar asker sayılır, askerliğe manisi bulunanların ise yaşamalarına olanak tanınmaz ve öldürülürlerdi. Toplumun askerleştiği bu devlet ordu devleti olarak tanımlanır ve bu model geniş olarak Roma İmparatorluğu tarafından da uygulanmıştır. Sonraki asırlarda ojeni kavramını siyasi ideolojisi haline getiren Naziler, Sparta’nın karakterini örnek almış ve ‘’Sparta bizim ilham kaynağımızdır’’[3] görüşünü kutsal kaide olarak belirlemişlerdir. Modernite öncesi dönemde asker millet olarak yaşantısını sürdüren ikinci istisna ise Türklerdir. Türkler, Orta Asya koşullarında kalabalık komşu haklara karşı her daim, hareket halinde olan ve eli kılıç tutmak zorunda olan bir milletti. Bu sebeple Türklerde de neredeyse herkes asker kabul edilir, askerlikten korkmak ya da kaçmak ayıp sayılırdı. Batı’ya doğru öçle birlikte kurulan en büyük Türk İmparatorluğu olan Osmanlı Devleti’nde de Başkent İstanbul’da 15.000 kadar Yeniçeri askeri bulunmaktaydı ve savaş dışında asker ile bütünleşmiş bir toplum yapısı görülmemekteydi. Fransız İhtilâli’nin teme sloganlarından olan eşitlik ilkesi gereği herkesin askere alınması vaad edilmiş ve artık yurttaş tipi ordulara geçilmeye başlanmıştır. Militarizm ile ulus öncelikli kuram realizm arasında olduğu gibi liberalizm ve marksizim ile de dönemsel bir bağa sahiptir. Liberaller genel olarak devletin adalet ve güvenlik sahaları dışında her sektörden çekilmesini öne sürerler. Ancak liberal tahayyül ordunun varlığını sorulamamakta hatta ordunun varlığı dış tehditler için gerekli bile görülmektedir. Liberal görüş ordunun varlığından ziyade siyaset ve toplum ile ilişkisi ile ilgilidir ve bu ilişki biçimi nedenli kesişimden uzaksa o denli ideal bir toplum düzeni oluşturulur. Ancak liberalizmin Türkiye’de bazı çevrelerce farklı yorumlanması ordunun bizatihi kendisini ve ontolojik omurgasını da tartışmaya açmaktadır. Buna göre darbe geleneğinden gelen bir ordunun bu alışkanlıktan vaz geçmesi neredeyse mümkün değildir. Ayrıca OYAK ve Milli Güvenlik Kurulu gibi mercilerin varlıklarını sürdürmeleri de ordu-siyaset ittifakıyla dönüşen ordunun siyasetin tahakkümü altına girmesi olarak yorumlanır ve bu evreden sonra siyasetin ve siyasi söylemlerin de militarize olduğu öne sürülür. Bu yeni liberal ideal mümkünse yeni baştan oluşturulacak ve çok küçük hacimli olmakla birlikte sembolik anlamdan öteye gidemeyecek bir ordunun varlığıyla ilgilenirler. Sembolik ordu ifadesi yalnızca asker sayısı değil askeri bütçenin de kısıtlanmasını ifade etmektedir.
Marksistlere göre ise sosyalist devrimin kazanımlarının korunmasında orduya meşru ve kritik bir rol düşer. Ordu, militarzim bağlamı dışında, emperyalist saldırılara karşı devrimi koruyacak bir güç olarak düşünülür[4] ve Vladimir Lenin bile yazdığı Savaş ve Sosyalizm adlı kitapta Fransız Devrimi gibi olayları feodal düzene başkaldırı olarak tanımlar ve ilerici savaş olarak değerlendirir. Bazı Marksist hareketler ordu ile sermayenin ilişkisine vurgu yaparak burjuva diktatörlüğü aparatı olarak konumladıkları militarist tanıma karşın Latin Amerika başta olmak üzere pek çok sosyalist ya da Marksist gerilla ya da terör örgütleri son derece askeri kavramları kullanmaktadırlar. Bu örgütlerin mensupları üniforma benzeri giysileri kullanırlar, düzenli ordulara ait bazı hiyeraşik kavramları kullanırlar ancak en önemlisi de hedef kitlelerini potansiyel bir savaşçı olarak kabul etmeleridir. Bu kabul de kitleleri tarafından zaten sorgulanmaz ve bu hareketlerin başarılı olması durumunda kurulacak siyasi yapı askeri demokrasi veya askeri diktatörlükten başka bir şey değildir. Militarizmin alt kavramları arasında ise militarist davranış, militarist zihniyet ve yapısal militarizm bulunmaktadır.[5] Burada davranış otoriteye ait eylemi ifade etmektedir ve bu eylemin sınırları şiddetin meşruluğuna dönüştüğü takdirde militarist zihniyete dönüşmektedir. Devletlerin meşru şiddet tekeli ise yapısal militarizmin iç boyutunu oluştururken özellikle günümüzde askeri diplomasinin gelişmesi, insani müdahalelerin askerileşmeleri, askeri anlaşmalarve ticaretler de uluslararası boyutunu oluşturmaktadır.
Toplumun biçimlendirilmesinde ordu-millet kavramı önem taşır. Bu kavramı pratikte hayata geçiren Napoeleon Bonaparte olsa da, ideolojisini yapan ve uzun zamana yayılan bir pratikle toplumu şekillendiren deneyim Prusya deneyimidir.[6] Prusya’nın 1870 yılında siyasi birliğini tamamlamasıyla birlikte ordu, toplumun parçası hatta kendisi olarak kabul edilmiştir. Bu anlayış ise Prusyalı subay Colmor von der Goltz’un yazdığı Das Volk in Waffen’de kuram haline gelmiştir. Savaş kavramı yalnızca ordulara arasında olmadığı görüşüyle beraber toplumun asker kabul edilmesi ve topyekün savunma modelinin uygulanması öngörülmüştür.
O dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı tarihteki adıyla 93 harbi yenilgisi ile bir asırdan fazla süredir devam eden yenileşme ve modernleşme teşebbüslerini hızlandırmıştır ve dönemin Padişahı II.Abdülhamid, Prusya askeri heyetini davetiyle ordunun Prusya ekolü nezdinde topyekün dönüşmesinin yolu açılmıştır. Bu dönüşüm ise yalnızca ordunun sevk ve idaresine yansımayacak, Alman ordu kültürünün özelliği gereği ile Ordu-Millet uygulaması benimsenecektir. Asker millet kavramı Türklerin tarihi olarak yabancı olmadıkları bir yaşam biçimini ifade eder burada ki küçük fark kurumsal teşebbüslerle ordu-millet anlayışının benimsetilmesi ve kimi zaman askeri zümreyi insanı vasıflar yönünden üstün tutan anlayışın meşruiyet kazanmasıdır. Cumhuriyet dönemindeki askeri darbelerin analizleri tek bir ideoloji doğrultusunda ve Kemalizm özelinde incelenmeleri bu sebeple taraflı ve yalın bir çalışmayı ortaya koymaktadır. Osmanlı Devleti döneminde darbe meşruiyet aracı olarak genel olarak ‘’şeriatı kollamak’’ kavramı öne sürülmüş ve askeri zümre ile en azından ulema aralarında ilişki desteği sağlanmaya çalışılmıştır. Öne sürülen gerekçeler çok kolay değişebilir ancak zihniyetin beslendiği kaynak aynıdır. Bu kaynağı yalnızca Prusya modeli çerçevesinde tanımlamak doğru olmaz çünkü sonraki yıllarda ordunun üzerinde Amerikan ekolü hakim olmaya başlamıştır. Yabancı askeri misyonların Türkiye’de orduya biçmek istedikleri ayrıcalıklı konum ile Türkiye’nin tarihi olarak sınıfsız ancak ordu temelli yapısının bileşimi militarist kavramları desteklemiş askeri müdahale olsun veya olmasın asker-siyaset, asker-toplum kulvarları aralarındaki duvarları ortadan kaldırarak askeri siyaset ve askeri toplum zihniyetinin doğmasına sebebiyet vermiştir.


[1] Laura Sjoberg ve Sandra Via, İntroduction Gender War and Militarism: Feminist Perspectives, Laura Sjoberg ve Sandra Via, Santa Barbara (ed.), Oxford, 2010, s.7
[2] Murat Belge, Askerin Önemini Öğretmek ya da Türkiye’de Türkiye’de Profesyonel Ordunun İmkânsızlığı Üzerine, Nurseli Yeşim Sünbüloğlu (der.), Erkek Millet Asker Millet Türkiye’de Militarizm Milliyetçilik Erkek(lik)ler, 1.Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013, s.183
[3] Alvin H. Bernstein, Soviet Defence Spending: The Spartan Analogy, CA, The Rand Corporation, 1989, s.1
[4] Güven Gürkan Öztan, Türkiye’de Militarizm, 1.Baskı, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, Kasım 2018, s.25
[5] K. Skjelsbaek, Militarism Its Dimensions and Corollaries: An Attempt at Conceptual Clarification, Journal of Peace Research, 1979, s.219

4 Haziran 2020 Perşembe

TEKNOLOJİ KARŞITLIĞI VE DİSTOPİK BİR DÜNYA MI SORUNSALI



Onur Dikmeci[1]

Tarihteki her gelişme ve destekleyici fikirler karşıt fikirleri doğurduğu gibi sanayi devrimi de kısa sürede karşıtlarını var etti. İngiltere’de 1811 yılından itibaren örgütlenmeye başlayan işçiler yeni makinalarla donatılan atölyelerin kendilerini işsiz bırakacaklarını tahmin ediyordu. Ancak Luddite mensupları yalnızca teori geliştirmediler ve bunu aktif reaksiyona dönüştürdüler. Kendi aralarında oluşturdukları kod sistemiyle küçük gruplara bölünerek birbirlerine yalnızca rakamlarla hitap ederlerken belirledikleri atölyeleri ve fabrikalara saldırarak tahrip etmeye başladılar. Ancak zamanın şartlarına uymayanların bu şartları tersine çevirmeleri olanaklı değildir. Endüstrileşme o denli kalıcı olma yolunda ilerliyordu ki bu eylemler kısa sürede bastırılarak Luddite üyeleri ya idam edildiler ya da sürüne gönderildiler.
Teknoloji ilerledikçe her toplumun muhafazakârları bu gelişmelere belirli oranlarda tepki göstermişlerdir. Üretim modellerinin gelişmesi istihdam olanaklarını geleneksel sektörlere daha fazla daraltacağı için gelişmeler bu bakımdan reddedilme olasılığına sahip olabilir. Ancak endüstri/teknoloji karşıtlığının devrim biçiminde devam ettirilmesi gerektiği reddiye alanına özgü özgün bir seçeneği var etmiştir. Amerikalı Matematik Doktoru Theodore Kaczynski, yazdığı Sanayi Toplumu ve Geleceği adlı manifestoda sanayi devrimi ve teknolojiyi büyük bir tehlike olarak tanımlamış ve mutlaka ortadan kaldırılması gerektiğini savunmuştur. 195.maddede:

‘’Devrim, uluslararası ve dünya çapında olmalıdır. Ülkeden ülkeye yayılma temelinde yürütülemez. Örneğin, ne zaman ABD’de teknolojik ilerlemenin ya da ekonomik büyümenin biraz kısıtlanması öne sürülse, insanlar histeri krizlerine tutulup, teknolojide geri kalırsak Japonların bizi geçeceğini söylüyorlar. Kutsal robotlar! Japonlar bizden daha çok araba satarsa, dünya yörüngesinden fırlar! (Milliyetçilik, teknolojinin en önemli destekçilerindendir.) Daha da mantıklısı, görece demokratik uluslar geri kalırken Çin, Vietnam ve Kuzey Kore gibi diktatörlükle yönetilen uluslar ilerlerse, sonunda diktatörlerin dünyaya hakim olacağı iddia edilebilir. Bu da endüstriyel sisteme mümkün olduğunca her yerde aynı zamanda saldırılmasının bir nedeni.’’

196.maddede ise ulusların yıkılmasının endüstriyel ulusları yıkıma götüreceğini belirtmiştir. Sanayi karşıtı bu tez ile ultra küresel tezler ulusların varlığına muhalefet noktasında birleşmişlerdir. Ancak ultra küresel tezler ulusların noktalanmalarını istikrar için gerekli görürlerken, Kaczynaski karşı devrim için lüzum addetmiştir:

‘’Devrimciler, dünya ekonomisini birbirine bağlayan anlaşmaları desteklemeyi düşünmelidirler. NAFTA veya GATT gibi serbest ticaret anlaşmaları kısa vadede doğaya zarar verebilir, ancak ülkelerarası ekonomik bağımlılığı güçlendirdiğinden uzun vadede yararlı olabilir. Güçlü bir ulusun yıkılmasının tüm endüstriyel ulusların yıkılmasına yol açacağı denli birleşik bir dünya ekonomisi oluşursa, sistemi dünya çapında yıkmak daha kolay olur.’’

204.Madde:
‘’Devrimciler, mümkün olduğu kadar çok çocuk sahibi olmalıdırlar. Sosyal tutumların önemli bir dereceye kadar kalıtsal olduğuna dair güçlü bilimsel kanıtlar vardır. Kimse, sosyal bir tutumun direk olarak insanının kalıtımsal yapısının bir sonucu olduğunu ileri sürmüyor, ama anlaşıldığı kadarıyla kişisel özellikler kısmen kalıtsaldır (soydan gelir) ve bu belli kişisel özellikler, toplumumuz içerisinde, kişinin şu ya da bu sosyal tutumu benimsemesinde etkili olmaktadır.’’

Bu manifesto bir teori seviyesinde kalmıştır ve farklı coğrafyalardan insanların veya bazı organizasyonların gelişmekte olan teknolojik seviyeleri fiili olarak engellemek istedikleri görülmemiştir. Ancak bu durumun istisnası dünyada 2020 yılında yaşanan Corona virüs salgını olmuştur. Virüsün yayılmasından birkaç ay sonra bazı ülkelerde 5G baz istasyonları protesto edilmeye başlanmıştır ve 5G sistemi tetikleyici olarak ilan edilmiştir. Öyle ki İsviçre’de istasyonların yasaklanması Amerika’da bazı eyaletlerde 5G istasyonlarının ateşe verilmeleri görülmüştür. İnsanlarda yayılmaya başlayan sağlıklı yaşama karşı feda edilebilecek teknoloji eğilimi, pek çok teknolojik gelişmenin komplo teorileriyle algılanmasına yol açmıştır. Bu tip gelişmeler ise 21. Yüzyılın Neo-Luddit Hareketi olarak görülebilir. Ancak geçmişte olduğu gibi köklü bir dönüşümün karşısında durabilmek neredeyse imkânsızdır. Her dönüşümün mutlak kötülük noktasına indirgenmesi de doğru değildir. Yaşanılan çağ kendi gereksinimlerine göre değerlendirilmelidir. Bu sebeple 5G dışında, insanların çip takılarak robotlaştırılacağı ve totaliter dijital bir diktatörlük kurulacağı yakın geleceğe ait distopik senaryolardan en popüleri haline gelmiştir. Bu senaryoları üretenler indirgemeci zihinlerini tutarsız teorilerine yansıtmış bulunmaktadırlar. Çipli insanlar ve bu insanları yönetenler olarak iki temel sınıf belirlendiğinde kimin hani sınıfa dahil olacağını günümüzün mevcut sınıf olgusu üzerinden değerlendirmek tatmin edici bir sonuç vermeyecektir çünkü medeniyet değişecekse sınıfların ve ideolojilerin de değişmesi beklenir.

İnsanların yerini alacak mekanik şeyler yaratma fikri, kadim Yunan ve Roma mitolojileri kadar eskidir. Örneğin, Metal Tanrısı (Yunanlılarda Hephaestus, Romalılar da Vulcan) altından yapılmış mekanik hizmetçilere ev sahipliği yapıyordu. Duruma göre yarattıklarını ölümlülere de veriyordu. Örneğin Girit Adası’nı koruyan devasa büyüklükteki heykel Talos, yakınına gelen herhangi bir gemiye kaya parçaları atıyordu. Eğer herhangi bir yabancı kıyıya varırsa Talos metal kollarını sıcak kızıl bir şekilde parlatıp, davetsiz misafire ölümcül bir hoş geldin sarılışı veriyordu. Talos ismi daha sonra Apple bilgisayarlarının işletim sistemine verildi ve aynı zamanda ABD Deniz Kuvvetleri gemilerinin ilk bilgisayar kontrollü füzeleri oldu. Bu mitler sadece hikaye değildirler, hem mucitler hem de gerçek dünya filozofları için ilham kaynağı oldular. Aslında Batı düşüncesinin kurucu filozoflarından Aristotale (M.Ö. 384-322), zamanında tamamıyla özgür bir dünyayı şöyle tasvir etmiştir: ‘’Eğer her alet emredildiğinde veya kendiliğinden uygun olduğu işi yaparsa…, çıraklara veya lordların kölelerine ihtiyaç kalmayacaktır.’’ Aynı şekilde antik zaman mühendisleri, genellikle bizim mümkün olacağını düşünmediğimiz ilerlemeleri yaptılar. M.Ö. 350’de Yunanlı matematikçi Tarentumlu Archytas, buharla uçan metalden bir ‘’güvercin’’ yaptı. Bunun yanı sıra dünyanın ilk model uçağını yaparak Archytas, ilk uçuş çalışmalarını gerçekleştirdi. Belki de en etkileyici olan ‘’Antikythera bilisyaraıdır.’’ M.S. 1900’de Yunanlı bir sünger avcısı, M.Ö. 100 civarında Girit yakınında Antikythera Adası’nda batmış olan Antik Yunanistan gemisi enkazını bulmuştur. Enkazda laptop büyüklüğünde küçük bir kutu bulunmuştur. Tarih girildiğinden güneş, ay ve diğer gezegenlerin pozisyonlarını hesaplayan 37 tane dişli çarkı vardı. Bilinen ilk mekanik analog bilgisayar olduğundan övgüye değerdir.[2]
Çok tanrılı dinden tek tanrılı dine geçişte kalabalık ushabti ordusu tek bir goleme dönüşür modaya uyup. Talmud’da sözü edilen, ama Yahudi folkloruna esas olarak Ortaçağ’da karışan Golem de ushabti’ler gibi aslen kilden yapılmadır, ama o bir hizmetçiden, köleden çok, tek başına bir süper kahramandır. Bir tılsımla harekete geçecek, Yahudi halkını koruyacak ve işi bittiğinde tılsımla tekrar heykele dönüşecektir. Ushabti’lerden, golemden, büyülü güçlerden başka sarılacak dal bulamayan ezilenlerin, ölesiye çalıştırılanların dünyasından çıkagelir robotlar – ilk kez Karel Capek’in R.U.R. adlı oyununda kullanılan kelime de, Nişanyan Sözlük’e göre eski Slavca ‘’angarya, mecburi hizmet, köle emeği’’ gibi anlamları olan robota kelimesinden türemiştir.[3]
Köle ve süper kahraman arasında gidip gelen robot tanımı günümüzde bazı tezlerde insanı ortadan kaldıracak ırk olarak ileri sürülmektedir. Aslında her tez tartışılmalıdır ve bilimkurgu, bilimi de kurgulayanların ufuklarını açıcı bir enstrümandır. Fakat makine-insan-üretim uyumu ve çatışmalarının ortaya koyulmaları güncel bir uğraş değildir ve geçmişten beri yapılmaktadır. Sanayi sonrası toplum karakterini inceleyen Daniel Bell, bu konularla ilgili eserini yarım asır evvel oluşturmuştu.
Sanayi sonrası toplumun merkezini oluşturan Beyaz Yakalılar, profesyonel, eğitimli ve donanımlı yapılarıyla bu yeni toplumun ihtiyacını karşılayabilecek niteliktedir. Üniversitelerin, meslek örgütlerinin ve diğer tüzel kişiliklerin de etkin olduğu karar verme biçimi oluşturulmuştur ve mühendisler ile bilim insanları kilit grubu oluşturmaktadır. Liyakatın ve yüz yüze istihdamın görüldüğü sanayi sonrası toplumun bazı özellikleri de vurgulanmıştır:
-          Refah artışının sürdürülmesi
-          Hizmet sektörünün oldukça gelişmesi
-          Üretim randımanının yükselmesi
-          Robotik fabrikalar sebebiyle daha az sayıda insanın sanayide istihdam edilmesi.

Daniel Bell, 1960 ve 1973 yılında oluşturduğu eserlerde politik fütürist tutarlı bir bakış açısını yansıtmıştır. Ancak Bell’in öngördüğü Sanayi sonrası toplum düzeni de hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Özellikle liberal kapitalist bazı politikaların yanlış uygulanmaları ve göç hareketleri sosyal devlet mekanizmalarını küçülttü ve toplumları genel olarak memnun eden bir sistem kurulamadı. Otomasyon üretim gerçekleşti ancak üretim ve tedarik zincirinde insanın rolü tamamen son bulmadığı gibi büyük şehirlerde daha fazla saat çalışmaya başladı. Orta sınıf kavramının eridiği bu düzeni topyekün distopya olarak adlandıramayız çünkü teknoloji-bilişim araçlarının hızlı gelişimi yeni iş sahalarını doğurdu, dünyaya ulaşma ve entegreyi kolaylaştırdı, yeni ideolojik akımların tartışılmasına yol açtı. Bu süreçte yapılan tartışmalarda Dördüncü Sanayi Devrimi kavramı da üretim-toplum-yaşam biçimlerini değiştirecek modeli öngörmüştür.
Endüstri 4.0 ya da 4. Sanayi Devrimi, birçok çağdaş otomasyon sistemini, veri alışverişlerini ve üretim teknolojilerini içeren kollektif bir terimdir. Bu devrim nesnelerin interneti, internetin hizmetleri ve siber-fiziksel sistemlerden oluşan bir değerler bütünüdür. Aynı zamanda bu yapı akıllı fabrika sisteminin oluşmasında büyük rol oynar. Bu devrim, üretim ortamında her bir verinin toplanmasına ve iyi bir şekilde izlenip analiz edilmesine olanak sağlayacağı için daha verimli iş modelleri ortaya çıkacaktır. Endistri 4.0 ise altı temel prensibe dayanmaktadır:
1) Karşılıklı Çalışabilirlik: Siber fiziksel sistemlerin yeteneği ile (örn. iş parçası taşıyıcıları, montaj istasyonları ve ürünleri) nesnelerin interneti ve hizmetlerin interneti üzerinden insanların ve akıllı fabrikaların birbirleriyle iletişim kurmasını içerir.
2) Sanallaştırma: Bu yapı akıllı fabrikaların sanal bir kopyasıdır. Sistem, sensör verilerinin sanal tesis ve simülasyon modelleri ile bağlanmasıyla oluşur.
3) Özerk Yönetim: Siber-Fiziksel sistemlerin akıllı fabrikalar içinde kendi kararlarını kendi verme yeteneğidir.
4) Gerçek-Zamanlı Yeteneği: Verileri toplama ve analiz etme yeteneğidir. Bu yapı anlayışın hızlıca yapılmasını sağlar.
5) Hizmet Oryantasyonu: Hizmetlerin interneti üzerinden siber-fiziksel sistemler, insanlar ve akıllı fabrika servisleri sunulmaktadır.
6) Modülerlik: Bireysel modüllerin değişen gereklilikleri için akıllı fabrikalara esnek adaptasyon sistemi sağlar.[4]

Üretimin özerkleşmesi ve neredeyse mükemmelleşmesi, sermaye sahiplerinin arzu edecekleri bir gelişmedir. Ancak dijital geleceğin yalnızca üretimi kolaylaştırmayla sınırlı olduğunu düşünemeyiz. Klasik kapitalist sistemde üreticiler aynı zamanda tüketicilerdir. Üretim ve hizmette insan unsurunun azalmasıyla beraber atıl duruma düşebilecek insanlar evrensel temel gelir uygulamasında faydalanabilirler. Fakat bunun için üstel bir otoriteye gereksinim vardır. Distopik tezler bu noktada devreye girerler insanın; klasik üretim-tüketim zincirinden soyutlanmasından sonra misyonu devam edemeyeceği için yaşamını noktalayacağını belirtmek isterler. Ancak bilimi dijital kölelik için kullananlar olduğu gibi insan-teknoloji entegresiyle yeni yaşam biçimi yaratabilmek için kullananlar da olacaktır ve bu grubun sayısı azımsanamayacak kadar fazladır.
Nasıl ki ütopik bir dünyanın varlığını kesin olarak ortaya koyamazsak distopik bir gelecek için de kaygılanmaya lüzum yoktur. Çünkü geleceğin ne yönde şekilleneceğine hemen herkes kendince katkı yapacaktır. Distopik bir geleceği şart koşanların temel korkuları geleceğin dayanılmaz cazibesine kapılacak insanların kendiliğinden bu sürece adapte olmak isteyecekleridir. Böylesine bir süreç ise kölelik olarak kabul edilemez.



[1] Türkiye Algı Merkezi, Politik Fütürist
[2] P.W.Singer, çev. Murat Erdemir ve Tüba Erem Erdemir, Robotik Savaş 21.Yüzyıldaki Robotik Devrim, 1.Baskı, Ankara, Buzdağı Yayınevi, Eylül 2015, s.60-61
[3] Mustafa Arslantunalı, Teknopolis, 1.Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2019, s.306
[4] https://www.endustri40.com/endustri-tarihine-kisa-bir-yolculuk/