25 Şubat 2020 Salı

POSTMODERN GÜVENLİK







Postmodernizm devletlerin güvenliğin merkezinde bulunmasını eleştirmekte ve söz konusu geleneksel tehditlerin zamanla oluşturulmuş yapılar olduğunu ileri sürerek yapısöküm sürecinin güvenliğin algılanışını değiştireceği fikrini benimsemektedir.[1]
Postmodernist yaklaşıma göre devlet gelişiminin üç aşaması, ekonominin tarihsel evrim süreci içerisindeki üç çeşidiyle ilişkilendirilen modern öncesi, modern ve postmodern olarak tanımlanmaktadır. Modern öncesi devleti, tarımsal ekonomi, modern devleti, sert sanayi üretimi ekonomisi, postmodern devleti ise enformasyon ekonomisi temsil etmektedir. Ancak sınıflandırma bu kadarla kalmamakla, ulus devletin egemenlik ve kimlik gibi temel özelliklerini modern dışına iten nitelemeler ortaya koymaktadır. Postmodern yaklaşımın anlaşılması ulus devleti yok eden tehdit anlayışını algılamak bakımından önem arz etmektedir. Postmodernistlerin bu üç devlet tipi ve postmodern düzenle ilgili nitelemeleri şu şekildedir:

- Modern öncesi devlet gerçek bir devlet bile değildir; hükümetin şiddet üzerindeki tekelini kaybettiği, Somali ya da bir dizi Afrika ülkesinde görüldüğü gibi içsavaş ve terör eylemlerinin günlük hayatı kâbusa çevirdiği bir kaos bölgesidir.
- Modern devlet, milliyetçiliğin itici güç olduğu, bazen saldırgan ve şiddet unsuru olan, hukuk ve güç üzerindeki egemenliği konusunda ısrarcı davranan, 100 yıldan daha fazla süredir esas tercih olmuş devlet şeklidir.
- Postmodern devlet yasal bir hak olarak egemenliğini yeniden tanımlamaya ve iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul etmeye hazırdır; postmodern toplumun birinci derecedeki örneği Avrupa Birliği'dir. Postmodern devlet, hepsinin ötesinde, savaş karşıtı olan karakterini açığa vurur, bireye değer verir.[2]   


Postmodern devletin veya toplumun bu ''örnek gösterilen'' mizacına rağmen, bu devletin savaş karşıtı olmasının[3] sebebi barış yanlısı olması değil savaşların artan maliyetleri ve sonuçlarının belirsizlikleridir. Bu hususta bir kâr-zarar tablosu bu noktada yardımcı olabilecektir:

Uluslararası politikada askeri gücü destekleyenler[4],

a) Savaş Sonsuzdur: Realistler Uluslararası sistem çatışma eğilimi taşımaya devam ettiği için savaşın sona erdiği ya da erebileceği fikrini reddederler. Askeri güç, devletin hayatta kalması ve güvenliği için tek kesin güvence olmaya devam etmektedir ve çözümlenemez güvenlik ikilemi, korku ve belirsizliğin devam ettiği anlamına gelir. Üstelik barış bölgeleri küreselleşmenin tersine dönüşü ve ekonomik milliyetçiliğe ve büyük güçler arasında rekabetin yoğunlaşmasına yönelim nedeniyle daralabilir. Bunlara ek olarak, devletler arasındaki savaşların azalmasının nedeni olan Amerikan küresel askeri hâkimiyeti, dünya çok-kutupluluğa yönelerek istikrarsızlaştıkça değişecektir.

b) Yeni Tehditler: Devletlerarası savaşların azalması, dünyanın daha güvenli bir yer olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersi, yeni ve bazı bakımlardan güvenliğe yönelik daha zor tehditler ortaya çıkmıştır. 11 Eylül ve diğer saldırılarda görüldüğü gibi terörizm konusu bunlara örnektir. Gerçekten de teröristler yıkıcı silahlara kolayca erişim sağlar ve ulus-ötesi veya hatta küresel temelde faaliyet gösterirken, terörizm, küreselleşmenin dünyayı nasıl daha tehlikeli hâle getirdiğini göstermektedir. Bu tehditler devletlerin hem daha sıkı iç güvenlik önlemleri almak hem de yabancı terörist kamplarına ve belki de teröristleri koruyan devletlere saldırmak için daha komplike askeri stratejiler geliştirmesi gerektiğini vurgulamaktadır. 

c) İnsan savaşlar: Soğuk Savaş'ın sonundan bu yana savaşın amacı ve askeri gücün kullanım biçimi önemli ölçüde değişmiştir. Silahlı Kuvvetler, vatandaşları iç karışıklıklardan ve Kuzey Irak, Sierrra Leone, Kosova ve Doğu Timor'da olduğu gibi kendi hükümetlerinin baskıcı politikalarından koruma amacıyla ilişkilendirilmiş insani sonuçlara yönelik olarak daha sık kullanılmaktadır. Bu tür durumlarda insani kaygılar, ulusal çıkar değerlendirmeleriyle el ele gitmektedir. İç savaşlar, etnik çatışmalar ve insani felaketler, dışarıdan bir askeri müdahale olmaksızın genellikle bölgesel istikrarı tehdit etmekte, göç krizlerine yol açmakta ve böylece giderek dallanıp budaklanmaktadır.

Uluslararası politikada askeri gücün öneminin kalmadığını ya da modern ve modern öncesi dönemlerdeki kadar başat unsur olmadığını savunanlar da güvenlik çalışmalarına katkıda bulunmaktadırlar.
Askeri gücün öneminin noktalandığını belirtenlere göre bu durum haklı gerekçelere dayanmaktadır:


a) Savaşın modasının geçmesi: Askeri güç gereksizdir, çünkü geniş kapsamlı ve yüksek yoğunluklu çatışma olarak savaşa dünyanın pek çok yerinde artık başvurulmamaktadır. Demokratik yönetimlerin yaygınlaşması, demokratik devletler birbirleriyle savaşa gitme konusunda isteksiz olması nedeniyle 'demokratik barış alanlarını' genişletmiştir. 1945'ten bu yana BM etrafında Uluslararası bir hukuk sisteminin ortaya çıkışı, kuvvet kullanımına yönelik ahlâki tutumu değiştirmiş ve yağma savaşlarını gayri meşru hâle getirmiştir. Total savaşın gelişi ve özellikle nükleer silahların geliştirilmesi, savaşın etkilerinin çok yıkıcı bir hâle gelmesi ve devlet politikalarının uygulanabilir bir aracı olmaktan çıkması anlamına gelir. Son olarak devletler, kamu hizmetleri ve refah koşulları başta olmak üzere sahip oldukları kaynakları hakkında başka ve daha acil taleplerle karşı karşıyadır.

b) Savaş değil ticaret: Savaşın geçersizliğiyle ilgili temel nedenlerden biri küreselleşmedir. Küreselleşme, savaşları en azından üç yolla azaltmıştır. Birincisi, devletler artık ekonomik kazanımlarını fetih yoluyla elde etmek zorunda değildir, çünkü küreselleşme, ulusal refaha giden ticaret şeklinde daha ucuz ve kolay bir yol önermektedir. İkincisi, küreselleşme, ekonomik karşılıklı bağımlılığın düzeylerini önemli derecede yükselterek, yüksek ekonomik maliyeti nedeniyle savaşı neredeyse düşünülemez hâle getirmektedir. Üçüncüsü, ticaret ve diğer ekonomik ilişki biçimleri, Uluslararası bir anlayış geliştirerek tecrit edilmiş milliyetçilik türlerine karşı çıkar.

c) Kazanılamaz Savaşlar: Savaşın doğasındaki değişimler, ilgili tarafların karşılıklı yeteneklerine bakarak savaşın sonuçlarını tahmin etmeyi giderek zorlaştırmaktadır. Bu durum, gelişmiş devletlerin Vietnam savaşı ve Irak ile Afganistan'daki ayaklanmayla mücadele gibi asimetrik savaş olarak bilinen savaşları kazanmakta karşılaştıkları zorluklarda görülmektedir. ABD, dünyanın tek askeri süper gücü olarak başarının garanti olduğu bir savaş yürütemiyorsa, dünya siyasetinde etkili olabilmek için alternatif askeri olmayan yöntemler giderek daha cazip hâle gelmektedir.



Postmodern devlet ve güvenlik yapısındaki düzende askeri güç ve uygulamaları hakkındaki görüşler makul gerekçelere dayanmaktadır ve hepsinin haklılık payı bulunmaktadır. Konvansiyonel müdâhaleler azalmıştır ancak savunma harcamaları artmakla birlikte askeri endüstri kapasitesini yükseltme gayreti de yarış biçiminde devam etmektedir. Asimetrik metodların daha sık uygulandığı buna mukabil barışı koruma ya da terör operasyonlarının askeri güç yardımıyla gerçekleştirildiği karmaşık bir dönem yeni düzenin basamakları arasında yer almaktadır.

Şirketlerin ön plana çıkmasıyla birlikte, dünyada ''devlet'' ve ''kâr'' kavramları da değişme sürecine girmeye başladı. Toprak edinmeye önem veren Teritoryal Devlet tipinden, ticarete önem veren Ticaret Devleti'ne geçiş çok hızlandı. Bu geçişin sonuçlarından en önemlisi de işgâl olgusunun işgâlciye eskisi gibi yararlı olmaktan çıkmaya başlamasıydı.



a) İşgâl, işgâle uğrayan halkın tepki ve direncinin yakıtı olmaktaydı. Oysa, Batılı büyük devletler işgâl etmemiş olsa, bu ülkelerin ve halkların, hem altyapı hem üstyapı olarak Batı yaşam biçimine yakın bir durumu zaman içinde benimsemeye koyuldukları görülmekteydi. Bunun en belirgin kanıtlarından biri Vietnam oldu.

b) İşgâlci devletin halkı, kendi çocukları işgâl sırasında öldükçe, kendi devletine tepki göstermekteydi. Bunun da en iyi örneği Vietnam ve Irak işgâlleri oldu. Ayrıca, işgâlci, bu işgâli ne denli meşru göstermeye çalışırsa çalışsın, Uluslararası kamuoyunun yukarıda sözü edilen gelişmesine paralel biçimde imaj yitirmekteydi ki, Sert Güç'ün yerini gittikçe Yumuşak Güç'e bıraktığı bir dünyada bu, işgâlci için vahim bir gelişme idi. 


c) Saldırıya uğrayan ülke yıkılıp yakıldığı için, küresel ticari faaliyet orayla zorlaşıyordu. Gerçi Irak'ta savaş ihalesi alan Halliburton gibi birkaç taşeron savaş şirketi işgâl sırasında, kimi inşaat şirketleri da savaş ertesinde, Irak'ta büyük paralar kazandılar. Fakat artık dünyada kârı esas üreten sektör inşaat vs. değil, bilişim sektörüydü. Çok simgesel olarak söylemek gerekirse, füze atılan yere bilgisayar satmak zorlaşmaktaydı. Nitekim, Apple'ın değeri 2011 sonunda 500 milyarı aştığında, dünyada bu miktarı geçen 6 şirket vardı ve bunların içinde dev petrol şirketi Exxon hariç, 5'i bilişim sektöründeydi: Microsoft, General Electiric, Apple, Intel, Cisco Systems.

ç) Yarı-çevre ülkelerin gelişmesi olgusu dikkate alındığında, Post-Fordizm üretim yönetimini kullanarak tüketiciyi ve ticareti artırmayı mümkün kılacak olanın savaş ve işgâl değil, sükûnet ortamı olduğu görülmekteydi.

d) Bunlardan da önemli olarak eskiden bir ülke başka bir ülkeyi vurduğu zaman, bu durum, bir devletin/milli kapitalizminin başka bir devleti/milli kapitalizmi vurması anlamına gelmekteydi. Oysa, küresel kapitalizm döneminde şirketler dünyanın dört bir yanında üretim yaptıkları için, bir büyük devletin oraları vurması, bu Uluslararası şirketlerin faaliyetlerini vurmak olacaktı.[5]

Kapitalizmin, daha da koyulaşarak sermaye sosyalizmi halini alması ve şirketler ile beraber yaşantılardaki büyük değişimler ticari kâr öncelikli yaklaşımı geliştirmiş ve işgâl yüksek bedelli bir girişim olarak görülmüştür. Ancak yakın tarihlerde ABD'nin çok taraflı uygulamaları ve Rusya'nın, Gürcistan, Kırım, Ukrayna müdahaleleri Sert Güç'ün öneminin ortadan kalkmadığını ortaya koymuştur. Buna göre günümüzde ki silahlanma yarışı ve her ülkenin ekonomik ve siyasi krizleri barındırmaları kısa veya orta vade de kitlesel konvansiyonel müdahalelerin oluşabileceği güvenlik ortamını var edebilecektir. Postmodern devletin bağımlılık endeksinin yükseldiği fakat buna karşı vatandaşların daha da özgürleştiği geçerli olmakla birlikte bu söylem ve söylemi destekleyici uygulamalar daha çok, gelişmekte olan ülkeler de ''Demokrasi Projesi'' kapsamında ortaya koyulmaktadır. Postmodern siyasi birlikteliğin Avrupa Birliği olduğunu öne sürmek geçerli kabul edilse bile bu birliğin ideal değer olarak benimsetilmesi mümkün olmayacaktır. Çünkü İtalya, İsveç, Polonya, Fransa gibi ülkelerde birlik karşıtı partiler ya iktidara gelmişler ya da iktidar ortağı olmuşlardır. Göçlerin ve mülteci trafiğinin yarattığı sorunlar yükselen bölgeselcilik trendlerine karşı, yerel veya mahalli değerlerin ön plânda tutulduğu yani ulusal milliyetçilik mekanizmalarının yeniden işlemeye başladığını gösterir. Bu durumda globalciler ve ulusalcıların da tezleri çatışmaktadır.

Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından etnik milliyetçilik önemli ölçüde görünür hâle gelmiştir. Bazen 'yeni milliyetçilik' olarak adlandırılan olgu, 1990'lı yıllarda aynı zamanda 'etnik temizlik' programlarına ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'daki en kötü katliamlara sahne olan eski Yugoslavya'da bir dizi savaşlara yol açmıştır. Çok sayıda yeni ulus-devlet kurulmuş, fakat bu süreçte doğan diğer devletler, derin etnik çatışma ve gerilimlere mâruz kalmıştır. Örneğin Bosna, fiilen 'etnik olarak saf' Müslüman, Sırp ve Hırvat bölgelere bölünürken, Kosova'nın 2008'deki bağımsızlık ilânı, kuzey Kosova'daki Sırp azınlıkla Müslüman çoğunluk arasında şiddetli gerilimlere neden olmuştur. Etnik talepler konusundaki diğer örnekler arasında, Çeçenistan ve Kafkasya'nın diğer bölgelerindeki ayaklanmalar ve 800.000'le bir milyon arasında Tutsi ve ılımlı Hutu'nun, militan Hutuların ayaklanmasında katledildiği 1994'te Ruanda'da patlak veren soykırımsal ve kanlı çatışmalar sayılabilir. Soğuk Savaş sonrası dönemde yükselen etnik milliyetçilik, komünist yönetim ve Doğu-Batı rekabetinin dinsel, etnik ve ulusal kimlikleri yeraltına itmesi çerçevesinde açıklanmış ve bu baskıların ortadan kalkmasıyla birlikte dramatik bir biçimde yeniden ortaya çıktıkları belirtilmişti. Fakat bu süreç, daha derin ve bazı bakımlardan daha köklüdür. 20. Yüzyıl'ın sonunda milliyetçiliğin neden yeniden açığa çıktığı konusunda Smith üç unsura dikkat çekmiştir. Birincisi, temel sosyal haklardan yoksun veya nispeten mahrum bırakılmış toplumların, korkusuzca kimliklerinin tadını çıkaran daha güçlü uluslara özenmeye başladığı ve etnik-tarihin eşitsiz dağılımı olarak adlandırdığı durumdur. İkincisi, etnik milliyetçilikle dinsel fundamentalizm arasındaki mevcut benzerlikleri açıklamaya yardımcı olacak şekilde milliyetçiliğin, yönetimi meşrulaştırıp halkı harekete geçirme konusunda dinsel inançların 'derin kaynaklarına' başvurma yeteneğidir. Son olarak, ata vatan fikri, güçlü bir sembol olarak kalmaya devam etmiş ve edecektir. Self-determinasyon arayışının, güçleri eşit olarak dağıtılmamış bir uluslar dünyasında hiçbir zaman tam olarak elde edilemeyeceği gerçeği buna dikkat çekmektedir.[6]

Ulus devletin kendi pazarını ve egemenliğini koruma tedbirleri, ulus devletle paralel bir seyir izleyen ulusal orduların da varlıklarını zorunlu kılar. Bu bakımdan ulusal ordular ve ulusal savunma pazarını geliştirme gayreti uğrunda oldukça devletçi tutumlar görülebilir. Liberal sistemin hâkim olduğu dünya ekonomisindeki, önemli ülkelerin bu neo-liberal duruma aykırı davranışları bir çelişki değil ulusal zorunluluk vaziyetini almıştır. Ancak yükselen milliyetçi trende rağmen devletin modern ve modern öncesi dönemlere göre küçülme eğilimleri, güvenlik hatta bazı ülkelerde istihbaratın bile kısmi olarak özelleştirilmesi sonucunu doğurmuştur. Özelleşen güvenlik, organik bağı bulunan devletten şu an için tamamen ayrı pozisyon belirlememektedir. Ancak orduların küçülmeleri ve özellikle zorunlu askerliklerin kaldırılmaları her ülkede ulusalcı tepkiler tarafından kaygıyla karşılanmaktadır. Geleceğin güvenliği yolunda bu durumun, devletin tamamen soyutlandığı, tehdit-risk ve müdahale yöntemlerinin devlet dışı odaklar tarafından belirleneceği bir düzen(-siz)liği var edeceği düşünülmektedir.

Devletsiz bir düzende işleyecek güvenlik aygıtının içeriği ve kontrolü ya evrensel ya da oldukça mikro mahiyette gerçekleşecektir.
Aksi durumun yani devletin gelecekte varlığını devam ettireceği öngörüsünün devlet ve ordu ilişkilerinde gösterdiği yansımalar üzerindeki iddialar genelde iki noktada toplanmaktadır. Bunlardan ilki, küresel ve bölgesel anlamda meydana gelen yapılanmaların, ulus-devletleri askersizleştiren bir konuma getirdiği iddiasıdır. Her ne kadar nükleer silahlarda birtakım daralmalara gidildiğine ilişkin gelişmelere şahit olunsa da çatışmaların devam ettiği coğrafyalardaki silah satışlarına ait grafiklerin hâlâ artış eğilimi göstermesi, bu iddianın pek öyle gerçekleştiğine işaret eden bir özelliğe sahip olmadığı sonucunu dikte ettirmektedir. Diğer ikinci iddia ise, askeri yapılanmalarda görülen uluslararasılaşma eğiliminin ulus devletlerin artık en önemli silahlı güç olmadığı iddiasıdır. Ancak genel duruma bakıldığında ulus devletin hâlâ şiddet tekeline sahip ana karakter, silah alım ve satımda temel yapı olma özelliğini muhafaza ettiği görülmektedir.[7]
Bu noktada devletlerin güdümlü hâle getirilmelerinin aslında küresel şirketlerin ve odakların varlıklarını besleyecek stratejinin parçası olduğu da bir gerçektir. İlk etapta devlet ve ulusların varlıklarının klasik küresel odaklar bakımından sorun teşkil etmediği fakat varlıklarını sürdüren bu kavramların kontrol ve restorasyon dahilinde oldukları müddetçe ''anlamlı'' addedilebileceği unutulmamalıdır.
Küresel güçlerin görmek istediği devlet profili egemenliğinden vazgeçmiş, daha doğru bir ifadeyle bu egemenliği paylaşan daha çok düzenleyici bir niteliğe sahip, küresel sermayenin rahat hareket etmesi için her türlü imkânı sağlayacak mevzuatı hayata geçiren ve tüm bunlara hareket esnekliği kazandıran şeffaf (geçişe engel olmayan özellikte) sınırlar oluşturan bir devlettir.[8]
Devletin varlığını sürdürmesi, bu egemenliğin geleneksel egemenlik anlamında devam etmemesi olduğundan, güvenlik bağlamında değişimler ve güvenliğin temel aktörlerinden ordular ile ordu-devlet ilişkilerinde de değişime kapı aralayacaktır.
Devlet ve ordu ilişkileri bağlamında konunun etkileri incelendiğinde; devletin varlığının değişim ve bu değişime bağlı dönüşüm göstergeleri ile ifade edildiği bir durumda, devletin karar mekanizmalarındaki egemen iradesini devlet altı ya da devlet üstü yapılara bağıl bir nitelikte kullanacağına ilişkin beklentinin tesirleri devlet ve ordu ilişkilerinde benzer bir tesir yaratacaktır. Devletin güvenliğini sağlamakla yükümlendirilmiş olan ordunun komuta kademesinin hukuksal olarak tabi olduğu siyasi iradenin böylesi bağıl zorunluluklar altında olacağı tespitinden hareketle, güvenliğin sağlanmasında alınacak kararların da aynı yapılarla uyumlu ve genel bütünün ayrılmaz ve belirlenmiş özellikte bir parçası olarak şekilleneceği gayet açıktır. Dolayısıyla, devletin dönüşerek gelecekte varlığını muhafaza etmesinin devlet yapısı üzerinde yarattığı etkiler; ordunun da başta emir-komuta, müteakiben stratejik, operatif ve taktik seviyelerdeki (personel, istihbarat, harekât) ve lojistik (silah, araç, mühimmat, teçhizat ve malzeme ile bunların tedarik ve ikmali ile personelin ibate ve iaşesine ilişkin) faaliyetleri ile ilgili olarak, plan, program, bütçe ve icra faaliyetlerinin, kendi iç dinamiklerine uygun olarak bir dönüşüme uğraması anlamına gelecektir. Bununla birlikte ordunun bütçeye yük getirdiği, güvenliğin daha hesaplı birtakım alternatiflerle sağlanmasının daha ekonomik bir tercih olduğu yönündeki değerlendirmeler bu farklılaşmaların askeri boyutta yansımaları olarak görülmesi muhtemel gelişmeler olacaktır. Güvenliğin ordu yerine, özel askeri şirketlerden hizmet alımı suretiyle sağlanması; bahse konu farklılaşmalara bağlı gelişmelerin somutlaşan hallerine belirli bir örnek teşkil edecektir.[9]

Sanayileşme döneminde kalabalık ordu ne kadar mühimse, 20.yüzyılda da aynı ehemmiyettedir. Çünkü cihan harpleri, cephe ve gerisinde talimli ve kalabalık asker grupları bulundurmayı gerektirir. İkinci Cihan Harbi’nden sonra silahlanmanın ve askerin önemi azalmaz. Ordular, modern toplumun gereğine uygun olarak eskinin temel sınıfı olmaktan çıkarak, sivil idarenin hakimiyetini kabul etmiştir. Fakat güvenlik politikalarında söz sahibi olma açısından rakipsizdirler. Ne Polis, ne İstihbaratçı, ne başka bir odak, asker ve askeri istihbaratçı kadar önemli ve muhatap kabul edilmezler.


Silah üreticisi sivil firmalar, lojistik ve tedarik hizmetlerinden memnundurlar ve muharebe sahalarında aktif güç olarak yer alabilmek gibi bir çabaları bulunmaz. İngiltere Ordusuna yardımcı, özellikle Ortadoğu ve Afrika da özel askeri gruplar görülseler de, 1960’lardan itibaren Amerikan menşeli şirketler özellikle Orta Amerika’da faaliyet göstermeye başlar. Fakat nicelik ve nitelik olarak bu şirketler çok cılızdır ve henüz önemleri kavranamamıştır. Özel Askeri Şirketlerin güvenlik politikalarında temel aktörlerden biri haline gelmesi, 1990’lı yıllara denk düşmektedir. Bu durumun gerekçeleri şu şekilde sıralanabilir;

1) 1970’lerde başlayan Neo-liberal dalga, Latin Amerika’dan Avrupa’ya pek çok yere yayıldı. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tek hâkim güç olarak kalan Kapitalizm, iyiden iyiye kendini gösterdi. Özelleştirme; Devletin küçülmesiydi ve Devlet, güvenlik dâhil çoğu alandan kısmen çekiliyordu.
2) Dehşet dengesi adı verilen kitlesel imha gücü yüksek silahlarla mukabele süreci yoğun askeri çabayı gerektirse de, yumuşama ve akabinde dağılma ile tek kutuplu dünya düzenine geçilmişti. Böylelikle altı milyon asker işsiz kaldı. ABD ordusunun mevcudu iki milyon yüz binden, bir milyon dört yüz bine indi. Tek uğraşları askerlik olan askeri personelden hiç değilse başarılı olanlar, kendi alanlarında bir şekilde istihdam edilmeliydi.
3) Teknolojik gereçlerde ilerlemeler de büyük ordular dönemini kapatmıştı. Yeni dönemin yeni savaş konseptine uygun olarak, küçük fakat düşük yoğunluklu harpte uzmanlaşmış birlikler tesis ediliyordu. Asimetrik savaş tam da Özel Şirketlere uygundu.

1994 yılında Ruanda soykırımı yaşanırken dünyanın bu faciaya müdahalede isteksiz tavrı, Özel Ordulara duyulan önemi artırıyordu. 1996 yılında Siera Leone’de yaşanan iç savaş, ülkede seçim yapılmasını engelledi. Kanlı savaşta her gün onlarca kişi hayatını kaybetti. Siera Leone, elmas madenleri sebebiyle, komşusu Nijerya ise petrol rezervleri için mühim ülkelerdi. Bu coğrafyadaki istikrarsızlık, zengin kaynaklarına ulaşılamamasına sebebiyet verebilirdi. Siera Leone’ye müdahale, önemli bir durumdu ve bunu Dünya Jandarması ABD yapabilirdi. Fakat ABD’de çoğu kişinin yerini bile bilemediği Siera Leone’ye asker gönderebilmek için öncelikle Kongre, ondan da önemlisi iç kamuoyu ikna edilmeliydi ve bu açıkçası mümkün değildi. İşte Özel Askeri Şirketler, bu durumlarda devreye girerler. Çünkü bu kuruluşlar, şirkettirler ve talebi olan devlet ne zaman kendilerine sözleşme teklif ederse görevleri başlamaktadır. Anayasa, Kongre, Mahkemeler gibi kavramlar, askeri şirketler için geçerli olmadığından, özellikle devlet mekanizması yerle bir olmuş ülkelerin en çok tercih ettikleri ‘’kurtarıcılardır’’ .
Nitekim Executive Outcomes adlı askeri şirket, 36 Milyon Dolar karşılığında Siera Leone’de Birleşik Devrimci Cephe’nin ana karargâhını tahrip ettiği gibi, ülkede seçimlerin düzenlenmesine zemin hazırlayarak kendisinden istenileni yerine getirmiştir.
Görevli diğer şirket CIC ise Siera Leone’de ki Nijerya birliklerinin ülkelerine dönmeleri için gerekli tedbirleri alarak hadiselerin Nijerya’ya sıçrama ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Siera Leone örneğinde olduğu gibi bu şirketler, özellikle Irak ve Afganistan’da ulus inşası projesinin temel araçlarıdır.
Suudi Arabistan, Hırvatistan, Kosova ve Bosna Hersek gibi ülkeler özel askeri şirketlerden (ÖAŞ) en çok istifade etmiş olanlardır. Bu şirketler, tabi ki yalnızca sahada yardımcı birlikler veya harp elemanları olarak görev yapmazlar. Lojistik, bakım ve onarım, psikolojik destek, askeri üslerin bakımı, siber savunma siber güvenlik hizmetlerinin kurulumu, yönetimi ve eğitimi, askeri ve polisiye modernizasyon, silahların kullanılması, uçuş, liderlik, yöneticilik, emir komuta dersleri, istihbarat ve istihbarat yönetimi, istihbarat modernizasyonu, mayın temizleme, sabotaj, pusu, sorgulama teknikleri eğitimleri, psikolojik harp ve eğitimleri, askeri personel sağlık hizmetleri, uydu, radar ve füze gibi son teknoloji cihazların üretim faaliyetlerinin yönetilmesi ve yönlendirilmesi eğitimleri, diplomasi gibi pek çok alanda hizmet verebilmektedirler.[10]

ÖAŞ’ler ile alâkalı sınıflandırmalar olmakla beraber bu alanda çalışmalarıyla ünlü Peter Singer bu şirketleri;
.Harp hizmeti veren ÖAŞ’ler
.Askeri Danışmanlık şirketleri
.Askeri destek şirketleri[11]
olarak tasnif eder. Tabi bu sıralamada ilk dikkat çeken Özel Güvenliğin dâhil edilmemesidir. Zira bazı tasniflerde Özel Güvenlik de yer alabilir. Eğitimleri, görev sahaları ve görev içerikleriyle birlikte Özel Güvenliğin, ÖAŞ kapsamında değerlendirilmesi, bizce de uygun değildir. Güvenlik firmaları, genelde yerel mahiyetteyken silahlı olanları eğitimleri itibariyle şahıs ve bina korumasından ibarettir. ÖAŞ’ler de koruma hizmeti verdiğinden, devletler genelde Özel Güvenlik firmalarıyla çalışmazlar.
ÖAŞ’lerin avantajları yanında dezavantajları da mevcuttur. Bu dezavantajlar şöyle sayılabilir;

1) Sanılanın aksine dış kaynak kullanımı olan ÖAŞ’ler, maliyeti düşük değil, bilakis oldukça yüksektir. Irak’ta görev yapan bir ÖAŞ mensubunun maliyeti, aylık en az 15.000 dolardır. Bu rakam, bazı durumlarda aylık 45.000 dolara kadar çıkabilmektedir.
2) ÖAŞ’lerin hukuki tanımlarının belirsiz olması, pek çok gayrimeşru hadiseyi de beraberinde getirmektedir.
3) ÖAŞ’ler neticede kâr odaklı müesseseler olduğundan, kendilerini mevcut potansiyellerinden büyük lanse ederek müşterilerinin tercihlerini yanıltabilirler.
4) Kaostan beslenen bu şirketlerin yegâne müşterileri, düzensiz, istikrarsız, düşük yoğunluklu harbin yaşandığı coğrafyalardır. Bu sebeple küresel sermayenin isteği, her daim kaotik ortamların yaratılmasıdır. Bu durum da küresel barış tezinin başarıya ulaşmasında en büyük engeldir.
5) ÖAŞ’lerin işlevsel belirsizliği, başka bir dezavantajdır. Bir hükümet ÖAŞ ile anlaşırken, hükümetin tehdit olarak tanımladığı paramiliter gruplar da ÖAŞ’leri kiralayabilir. Bu durumda ÖAŞ’lerin personeli birbirleri ile mi çarpışacaktır?
ÖAŞ’ler çağımızın önemli bir realitesidir. Neo-liberal politikaların hakimiyetini arttırması ve liberal anayasalı devletlerin kamuoyu baskısından çekinmeleri, ÖAŞ’lere duyulacak ihtiyacı ilerleyen yıllarda daha da artıracaktır.[12]




[1] Emre Çıtak, Yeni Güvenlik Politikaları ve Türkiye'de İstihbaratın Dönüşümü Güvenlik ve İstihbarat, 1.Baskı, İstanbul, Yeniyüzyıl Yayınları, 2017 s.141
[2] Sait Yılmaz, Uluslararası Güvenlik Teori, Pratik ve Gelecek, 1.Baskı, Kaynak Yayınları, Şubat 2017, s.77-78
[3] Postmodern dönemin güvenlik paradigmaları arasında yer alan yeni kavramlardan birsi de ''Haklı Savaş'' kavramıdır. Buna göre devletlerin meşru gerekçeleri bulunmaları ve her yolu deneyip sonuç alamamaları durumunda savaş ''haklı'' olarak değerlendirilebilir. Örneğin, ABD'nin Afganistan işgâli bu tanıma uyabilecek en somut örnekler arasında yer almaktadır.
[4] Andrew Heywood, çev.Nasuh Uslu ve Haluk Özdemir, Küresel Siyaset, 3.Baskı, Ankara, Adres Yayınları, Ağustos 2014, s.299
[5] Ünal Ünsal, Dönemin Bilançosu, Baskın Oran(ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular-   Belgeler-Yorumlar Cilt III (2001-2012), 3.Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2017, s.48
[6] Heywood, A.g.e,
[7] Vahap Coşkun, Ulus Devletin Dönüşümü ve Meşruluk Sorunu, Ankara, Liberte Yayınları, 2009, s.453-454
[8] Çetin Kartal, Küreselleşme Sürecinde Devlet ve Ordu İlişkileri, 1.Baskı, Ankara, Galeati Yayıncılık, Ocak 2018, s.65
[9] A.g.e, s.67
[10] Onur Dikmeci, Özel Askeri Şirketler ve Paralı Askerler, http://sahipkiran.org/2018/12/16/ozel-askeri-sirketler/
[11] Peter Singer, Corporate Warriors The Rise of The Privatized Military Industry, Cornell University Press
[12] Dikmeci, A.g.m

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder