Postmodernizm devletlerin güvenliğin merkezinde
bulunmasını eleştirmekte ve söz konusu geleneksel tehditlerin zamanla
oluşturulmuş yapılar olduğunu ileri sürerek yapısöküm sürecinin güvenliğin
algılanışını değiştireceği fikrini benimsemektedir.[1]
Postmodernist yaklaşıma göre devlet gelişiminin üç
aşaması, ekonominin tarihsel evrim süreci içerisindeki üç çeşidiyle
ilişkilendirilen modern öncesi, modern ve postmodern olarak tanımlanmaktadır.
Modern öncesi devleti, tarımsal ekonomi, modern devleti, sert sanayi üretimi
ekonomisi, postmodern devleti ise enformasyon ekonomisi temsil etmektedir.
Ancak sınıflandırma bu kadarla kalmamakla, ulus devletin egemenlik ve kimlik
gibi temel özelliklerini modern dışına iten nitelemeler ortaya koymaktadır.
Postmodern yaklaşımın anlaşılması ulus devleti yok eden tehdit anlayışını
algılamak bakımından önem arz etmektedir. Postmodernistlerin bu üç devlet tipi
ve postmodern düzenle ilgili nitelemeleri şu şekildedir:
- Modern öncesi devlet gerçek bir devlet bile
değildir; hükümetin şiddet üzerindeki tekelini kaybettiği, Somali ya da bir
dizi Afrika ülkesinde görüldüğü gibi içsavaş ve terör eylemlerinin günlük
hayatı kâbusa çevirdiği bir kaos bölgesidir.
- Modern devlet, milliyetçiliğin itici güç olduğu,
bazen saldırgan ve şiddet unsuru olan, hukuk ve güç üzerindeki egemenliği
konusunda ısrarcı davranan, 100 yıldan daha fazla süredir esas tercih olmuş
devlet şeklidir.
- Postmodern devlet yasal bir hak olarak
egemenliğini yeniden tanımlamaya ve iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul
etmeye hazırdır; postmodern toplumun birinci derecedeki örneği Avrupa
Birliği'dir. Postmodern devlet, hepsinin ötesinde, savaş karşıtı olan
karakterini açığa vurur, bireye değer verir.[2]
Postmodern devletin veya toplumun bu ''örnek
gösterilen'' mizacına rağmen, bu devletin savaş karşıtı olmasının[3] sebebi barış
yanlısı olması değil savaşların artan maliyetleri ve sonuçlarının
belirsizlikleridir. Bu hususta bir kâr-zarar tablosu bu noktada yardımcı olabilecektir:
Uluslararası politikada askeri gücü destekleyenler[4],
a) Savaş Sonsuzdur: Realistler Uluslararası sistem
çatışma eğilimi taşımaya devam ettiği için savaşın sona erdiği ya da
erebileceği fikrini reddederler. Askeri güç, devletin hayatta kalması ve
güvenliği için tek kesin güvence olmaya devam etmektedir ve çözümlenemez
güvenlik ikilemi, korku ve belirsizliğin devam ettiği anlamına gelir. Üstelik
barış bölgeleri küreselleşmenin tersine dönüşü ve ekonomik milliyetçiliğe ve
büyük güçler arasında rekabetin yoğunlaşmasına yönelim nedeniyle daralabilir.
Bunlara ek olarak, devletler arasındaki savaşların azalmasının nedeni olan Amerikan
küresel askeri hâkimiyeti, dünya çok-kutupluluğa yönelerek istikrarsızlaştıkça
değişecektir.
b) Yeni Tehditler: Devletlerarası savaşların
azalması, dünyanın daha güvenli bir yer olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersi,
yeni ve bazı bakımlardan güvenliğe yönelik daha zor tehditler ortaya çıkmıştır.
11 Eylül ve diğer saldırılarda görüldüğü gibi terörizm konusu bunlara örnektir.
Gerçekten de teröristler yıkıcı silahlara kolayca erişim sağlar ve ulus-ötesi
veya hatta küresel temelde faaliyet gösterirken, terörizm, küreselleşmenin
dünyayı nasıl daha tehlikeli hâle getirdiğini göstermektedir. Bu tehditler
devletlerin hem daha sıkı iç güvenlik önlemleri almak hem de yabancı terörist
kamplarına ve belki de teröristleri koruyan devletlere saldırmak için daha komplike
askeri stratejiler geliştirmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
c) İnsan savaşlar: Soğuk Savaş'ın sonundan bu yana
savaşın amacı ve askeri gücün kullanım biçimi önemli ölçüde değişmiştir.
Silahlı Kuvvetler, vatandaşları iç karışıklıklardan ve Kuzey Irak, Sierrra
Leone, Kosova ve Doğu Timor'da olduğu gibi kendi hükümetlerinin baskıcı
politikalarından koruma amacıyla ilişkilendirilmiş insani sonuçlara yönelik
olarak daha sık kullanılmaktadır. Bu tür durumlarda insani kaygılar, ulusal
çıkar değerlendirmeleriyle el ele gitmektedir. İç savaşlar, etnik çatışmalar ve
insani felaketler, dışarıdan bir askeri müdahale olmaksızın genellikle bölgesel
istikrarı tehdit etmekte, göç krizlerine yol açmakta ve böylece giderek
dallanıp budaklanmaktadır.
Uluslararası politikada askeri gücün öneminin
kalmadığını ya da modern ve modern öncesi dönemlerdeki kadar başat unsur
olmadığını savunanlar da güvenlik çalışmalarına katkıda bulunmaktadırlar.
Askeri gücün öneminin noktalandığını belirtenlere
göre bu durum haklı gerekçelere dayanmaktadır:
a) Savaşın modasının geçmesi: Askeri güç
gereksizdir, çünkü geniş kapsamlı ve yüksek yoğunluklu çatışma olarak savaşa
dünyanın pek çok yerinde artık başvurulmamaktadır. Demokratik yönetimlerin
yaygınlaşması, demokratik devletler birbirleriyle savaşa gitme konusunda
isteksiz olması nedeniyle 'demokratik barış alanlarını' genişletmiştir.
1945'ten bu yana BM etrafında Uluslararası bir hukuk sisteminin ortaya çıkışı,
kuvvet kullanımına yönelik ahlâki tutumu değiştirmiş ve yağma savaşlarını gayri
meşru hâle getirmiştir. Total savaşın gelişi ve özellikle nükleer silahların
geliştirilmesi, savaşın etkilerinin çok yıkıcı bir hâle gelmesi ve devlet
politikalarının uygulanabilir bir aracı olmaktan çıkması anlamına gelir. Son
olarak devletler, kamu hizmetleri ve refah koşulları başta olmak üzere sahip
oldukları kaynakları hakkında başka ve daha acil taleplerle karşı karşıyadır.
b) Savaş değil ticaret: Savaşın geçersizliğiyle
ilgili temel nedenlerden biri küreselleşmedir. Küreselleşme, savaşları en
azından üç yolla azaltmıştır. Birincisi, devletler artık ekonomik kazanımlarını
fetih yoluyla elde etmek zorunda değildir, çünkü küreselleşme, ulusal refaha
giden ticaret şeklinde daha ucuz ve kolay bir yol önermektedir. İkincisi,
küreselleşme, ekonomik karşılıklı bağımlılığın düzeylerini önemli derecede
yükselterek, yüksek ekonomik maliyeti nedeniyle savaşı neredeyse düşünülemez
hâle getirmektedir. Üçüncüsü, ticaret ve diğer ekonomik ilişki biçimleri,
Uluslararası bir anlayış geliştirerek tecrit edilmiş milliyetçilik türlerine
karşı çıkar.
c) Kazanılamaz Savaşlar: Savaşın doğasındaki
değişimler, ilgili tarafların karşılıklı yeteneklerine bakarak savaşın
sonuçlarını tahmin etmeyi giderek zorlaştırmaktadır. Bu durum, gelişmiş
devletlerin Vietnam savaşı ve Irak ile Afganistan'daki ayaklanmayla mücadele
gibi asimetrik savaş olarak bilinen savaşları kazanmakta karşılaştıkları
zorluklarda görülmektedir. ABD, dünyanın tek askeri süper gücü olarak başarının
garanti olduğu bir savaş yürütemiyorsa, dünya siyasetinde etkili olabilmek için
alternatif askeri olmayan yöntemler giderek daha cazip hâle gelmektedir.
Postmodern devlet ve güvenlik yapısındaki düzende
askeri güç ve uygulamaları hakkındaki görüşler makul gerekçelere dayanmaktadır
ve hepsinin haklılık payı bulunmaktadır. Konvansiyonel müdâhaleler azalmıştır
ancak savunma harcamaları artmakla birlikte askeri endüstri kapasitesini
yükseltme gayreti de yarış biçiminde devam etmektedir. Asimetrik metodların
daha sık uygulandığı buna mukabil barışı koruma ya da terör operasyonlarının
askeri güç yardımıyla gerçekleştirildiği karmaşık bir dönem yeni düzenin
basamakları arasında yer almaktadır.
Şirketlerin ön plana çıkmasıyla birlikte, dünyada
''devlet'' ve ''kâr'' kavramları da değişme sürecine girmeye başladı. Toprak
edinmeye önem veren Teritoryal Devlet tipinden, ticarete önem veren Ticaret
Devleti'ne geçiş çok hızlandı. Bu geçişin sonuçlarından en önemlisi de işgâl
olgusunun işgâlciye eskisi gibi yararlı olmaktan çıkmaya başlamasıydı.
a) İşgâl, işgâle uğrayan halkın tepki ve direncinin
yakıtı olmaktaydı. Oysa, Batılı büyük devletler işgâl etmemiş olsa, bu
ülkelerin ve halkların, hem altyapı hem üstyapı olarak Batı yaşam biçimine
yakın bir durumu zaman içinde benimsemeye koyuldukları görülmekteydi. Bunun en
belirgin kanıtlarından biri Vietnam oldu.
b) İşgâlci devletin halkı, kendi çocukları işgâl
sırasında öldükçe, kendi devletine tepki göstermekteydi. Bunun da en iyi örneği
Vietnam ve Irak işgâlleri oldu. Ayrıca, işgâlci, bu işgâli ne denli meşru
göstermeye çalışırsa çalışsın, Uluslararası kamuoyunun yukarıda sözü edilen
gelişmesine paralel biçimde imaj yitirmekteydi ki, Sert Güç'ün yerini gittikçe
Yumuşak Güç'e bıraktığı bir dünyada bu, işgâlci için vahim bir gelişme idi.
c) Saldırıya uğrayan ülke yıkılıp yakıldığı için,
küresel ticari faaliyet orayla zorlaşıyordu. Gerçi Irak'ta savaş ihalesi alan
Halliburton gibi birkaç taşeron savaş şirketi işgâl sırasında, kimi inşaat
şirketleri da savaş ertesinde, Irak'ta büyük paralar kazandılar. Fakat artık
dünyada kârı esas üreten sektör inşaat vs. değil, bilişim sektörüydü. Çok
simgesel olarak söylemek gerekirse, füze atılan yere bilgisayar satmak
zorlaşmaktaydı. Nitekim, Apple'ın değeri 2011 sonunda 500 milyarı aştığında,
dünyada bu miktarı geçen 6 şirket vardı ve bunların içinde dev petrol şirketi
Exxon hariç, 5'i bilişim sektöründeydi: Microsoft, General Electiric, Apple,
Intel, Cisco Systems.
ç) Yarı-çevre ülkelerin gelişmesi olgusu dikkate
alındığında, Post-Fordizm üretim yönetimini kullanarak tüketiciyi ve ticareti
artırmayı mümkün kılacak olanın savaş ve işgâl değil, sükûnet ortamı olduğu
görülmekteydi.
d) Bunlardan da önemli olarak eskiden bir ülke
başka bir ülkeyi vurduğu zaman, bu durum, bir devletin/milli kapitalizminin
başka bir devleti/milli kapitalizmi vurması anlamına gelmekteydi. Oysa, küresel
kapitalizm döneminde şirketler dünyanın dört bir yanında üretim yaptıkları
için, bir büyük devletin oraları vurması, bu Uluslararası şirketlerin
faaliyetlerini vurmak olacaktı.[5]
Kapitalizmin, daha da koyulaşarak sermaye
sosyalizmi halini alması ve şirketler ile beraber yaşantılardaki büyük
değişimler ticari kâr öncelikli yaklaşımı geliştirmiş ve işgâl yüksek bedelli
bir girişim olarak görülmüştür. Ancak yakın tarihlerde ABD'nin çok taraflı
uygulamaları ve Rusya'nın, Gürcistan, Kırım, Ukrayna müdahaleleri Sert Güç'ün
öneminin ortadan kalkmadığını ortaya koymuştur. Buna göre günümüzde ki
silahlanma yarışı ve her ülkenin ekonomik ve siyasi krizleri barındırmaları
kısa veya orta vade de kitlesel konvansiyonel müdahalelerin oluşabileceği güvenlik
ortamını var edebilecektir. Postmodern devletin bağımlılık endeksinin
yükseldiği fakat buna karşı vatandaşların daha da özgürleştiği geçerli olmakla
birlikte bu söylem ve söylemi destekleyici uygulamalar daha çok, gelişmekte
olan ülkeler de ''Demokrasi Projesi'' kapsamında ortaya koyulmaktadır.
Postmodern siyasi birlikteliğin Avrupa Birliği olduğunu öne sürmek geçerli
kabul edilse bile bu birliğin ideal değer olarak benimsetilmesi mümkün
olmayacaktır. Çünkü İtalya, İsveç, Polonya, Fransa gibi ülkelerde birlik
karşıtı partiler ya iktidara gelmişler ya da iktidar ortağı olmuşlardır.
Göçlerin ve mülteci trafiğinin yarattığı sorunlar yükselen bölgeselcilik
trendlerine karşı, yerel veya mahalli değerlerin ön plânda tutulduğu yani
ulusal milliyetçilik mekanizmalarının yeniden işlemeye başladığını gösterir. Bu
durumda globalciler ve ulusalcıların da tezleri çatışmaktadır.
Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından etnik
milliyetçilik önemli ölçüde görünür hâle gelmiştir. Bazen 'yeni milliyetçilik'
olarak adlandırılan olgu, 1990'lı yıllarda aynı zamanda 'etnik temizlik'
programlarına ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'daki en kötü katliamlara
sahne olan eski Yugoslavya'da bir dizi savaşlara yol açmıştır. Çok sayıda yeni
ulus-devlet kurulmuş, fakat bu süreçte doğan diğer devletler, derin etnik
çatışma ve gerilimlere mâruz kalmıştır. Örneğin Bosna, fiilen 'etnik olarak
saf' Müslüman, Sırp ve Hırvat bölgelere bölünürken, Kosova'nın 2008'deki
bağımsızlık ilânı, kuzey Kosova'daki Sırp azınlıkla Müslüman çoğunluk arasında
şiddetli gerilimlere neden olmuştur. Etnik talepler konusundaki diğer örnekler
arasında, Çeçenistan ve Kafkasya'nın diğer bölgelerindeki ayaklanmalar ve
800.000'le bir milyon arasında Tutsi ve ılımlı Hutu'nun, militan Hutuların
ayaklanmasında katledildiği 1994'te Ruanda'da patlak veren soykırımsal ve kanlı
çatışmalar sayılabilir. Soğuk Savaş sonrası dönemde yükselen etnik
milliyetçilik, komünist yönetim ve Doğu-Batı rekabetinin dinsel, etnik ve
ulusal kimlikleri yeraltına itmesi çerçevesinde açıklanmış ve bu baskıların
ortadan kalkmasıyla birlikte dramatik bir biçimde yeniden ortaya çıktıkları
belirtilmişti. Fakat bu süreç, daha derin ve bazı bakımlardan daha köklüdür.
20. Yüzyıl'ın sonunda milliyetçiliğin neden yeniden açığa çıktığı konusunda
Smith üç unsura dikkat çekmiştir. Birincisi, temel sosyal haklardan yoksun veya
nispeten mahrum bırakılmış toplumların, korkusuzca kimliklerinin tadını çıkaran
daha güçlü uluslara özenmeye başladığı ve etnik-tarihin eşitsiz dağılımı olarak
adlandırdığı durumdur. İkincisi, etnik milliyetçilikle dinsel fundamentalizm
arasındaki mevcut benzerlikleri açıklamaya yardımcı olacak şekilde
milliyetçiliğin, yönetimi meşrulaştırıp halkı harekete geçirme konusunda dinsel
inançların 'derin kaynaklarına' başvurma yeteneğidir. Son olarak, ata vatan
fikri, güçlü bir sembol olarak kalmaya devam etmiş ve edecektir.
Self-determinasyon arayışının, güçleri eşit olarak dağıtılmamış bir uluslar
dünyasında hiçbir zaman tam olarak elde edilemeyeceği gerçeği buna dikkat
çekmektedir.[6]
Ulus devletin kendi pazarını ve egemenliğini koruma
tedbirleri, ulus devletle paralel bir seyir izleyen ulusal orduların da
varlıklarını zorunlu kılar. Bu bakımdan ulusal ordular ve ulusal savunma
pazarını geliştirme gayreti uğrunda oldukça devletçi tutumlar görülebilir.
Liberal sistemin hâkim olduğu dünya ekonomisindeki, önemli ülkelerin bu
neo-liberal duruma aykırı davranışları bir çelişki değil ulusal zorunluluk
vaziyetini almıştır. Ancak yükselen milliyetçi trende rağmen devletin modern ve
modern öncesi dönemlere göre küçülme eğilimleri, güvenlik hatta bazı ülkelerde
istihbaratın bile kısmi olarak özelleştirilmesi sonucunu doğurmuştur. Özelleşen
güvenlik, organik bağı bulunan devletten şu an için tamamen ayrı pozisyon
belirlememektedir. Ancak orduların küçülmeleri ve özellikle zorunlu
askerliklerin kaldırılmaları her ülkede ulusalcı tepkiler tarafından kaygıyla
karşılanmaktadır. Geleceğin güvenliği yolunda bu durumun, devletin tamamen
soyutlandığı, tehdit-risk ve müdahale yöntemlerinin devlet dışı odaklar
tarafından belirleneceği bir düzen(-siz)liği var edeceği düşünülmektedir.
Devletsiz bir düzende işleyecek güvenlik aygıtının
içeriği ve kontrolü ya evrensel ya da oldukça mikro mahiyette gerçekleşecektir.
Aksi durumun yani devletin gelecekte varlığını
devam ettireceği öngörüsünün devlet ve ordu ilişkilerinde gösterdiği yansımalar
üzerindeki iddialar genelde iki noktada toplanmaktadır. Bunlardan ilki, küresel
ve bölgesel anlamda meydana gelen yapılanmaların, ulus-devletleri
askersizleştiren bir konuma getirdiği iddiasıdır. Her ne kadar nükleer
silahlarda birtakım daralmalara gidildiğine ilişkin gelişmelere şahit olunsa da
çatışmaların devam ettiği coğrafyalardaki silah satışlarına ait grafiklerin
hâlâ artış eğilimi göstermesi, bu iddianın pek öyle gerçekleştiğine işaret eden
bir özelliğe sahip olmadığı sonucunu dikte ettirmektedir. Diğer ikinci iddia
ise, askeri yapılanmalarda görülen uluslararasılaşma eğiliminin ulus
devletlerin artık en önemli silahlı güç olmadığı iddiasıdır. Ancak genel duruma
bakıldığında ulus devletin hâlâ şiddet tekeline sahip ana karakter, silah alım
ve satımda temel yapı olma özelliğini muhafaza ettiği görülmektedir.[7]
Bu noktada devletlerin güdümlü hâle
getirilmelerinin aslında küresel şirketlerin ve odakların varlıklarını
besleyecek stratejinin parçası olduğu da bir gerçektir. İlk etapta devlet ve
ulusların varlıklarının klasik küresel odaklar bakımından sorun teşkil etmediği
fakat varlıklarını sürdüren bu kavramların kontrol ve restorasyon dahilinde
oldukları müddetçe ''anlamlı'' addedilebileceği unutulmamalıdır.
Küresel güçlerin görmek istediği devlet profili
egemenliğinden vazgeçmiş, daha doğru bir ifadeyle bu egemenliği paylaşan daha
çok düzenleyici bir niteliğe sahip, küresel sermayenin rahat hareket etmesi
için her türlü imkânı sağlayacak mevzuatı hayata geçiren ve tüm bunlara hareket
esnekliği kazandıran şeffaf (geçişe engel olmayan özellikte) sınırlar oluşturan
bir devlettir.[8]
Devletin varlığını sürdürmesi, bu egemenliğin
geleneksel egemenlik anlamında devam etmemesi olduğundan, güvenlik bağlamında
değişimler ve güvenliğin temel aktörlerinden ordular ile ordu-devlet
ilişkilerinde de değişime kapı aralayacaktır.
Devlet ve ordu ilişkileri bağlamında konunun
etkileri incelendiğinde; devletin varlığının değişim ve bu değişime bağlı
dönüşüm göstergeleri ile ifade edildiği bir durumda, devletin karar
mekanizmalarındaki egemen iradesini devlet altı ya da devlet üstü yapılara
bağıl bir nitelikte kullanacağına ilişkin beklentinin tesirleri devlet ve ordu
ilişkilerinde benzer bir tesir yaratacaktır. Devletin güvenliğini sağlamakla
yükümlendirilmiş olan ordunun komuta kademesinin hukuksal olarak tabi olduğu
siyasi iradenin böylesi bağıl zorunluluklar altında olacağı tespitinden hareketle,
güvenliğin sağlanmasında alınacak kararların da aynı yapılarla uyumlu ve genel
bütünün ayrılmaz ve belirlenmiş özellikte bir parçası olarak şekilleneceği
gayet açıktır. Dolayısıyla, devletin dönüşerek gelecekte varlığını muhafaza
etmesinin devlet yapısı üzerinde yarattığı etkiler; ordunun da başta
emir-komuta, müteakiben stratejik, operatif ve taktik seviyelerdeki (personel,
istihbarat, harekât) ve lojistik (silah, araç, mühimmat, teçhizat ve malzeme
ile bunların tedarik ve ikmali ile personelin ibate ve iaşesine ilişkin)
faaliyetleri ile ilgili olarak, plan, program, bütçe ve icra faaliyetlerinin,
kendi iç dinamiklerine uygun olarak bir dönüşüme uğraması anlamına gelecektir.
Bununla birlikte ordunun bütçeye yük getirdiği, güvenliğin daha hesaplı birtakım
alternatiflerle sağlanmasının daha ekonomik bir tercih olduğu yönündeki
değerlendirmeler bu farklılaşmaların askeri boyutta yansımaları olarak
görülmesi muhtemel gelişmeler olacaktır. Güvenliğin ordu yerine, özel askeri
şirketlerden hizmet alımı suretiyle sağlanması; bahse konu farklılaşmalara
bağlı gelişmelerin somutlaşan hallerine belirli bir örnek teşkil edecektir.[9]
Sanayileşme döneminde
kalabalık ordu ne kadar mühimse, 20.yüzyılda da aynı ehemmiyettedir. Çünkü
cihan harpleri, cephe ve gerisinde talimli ve kalabalık asker grupları
bulundurmayı gerektirir. İkinci Cihan Harbi’nden sonra silahlanmanın ve askerin
önemi azalmaz. Ordular, modern toplumun gereğine uygun olarak eskinin temel
sınıfı olmaktan çıkarak, sivil idarenin hakimiyetini kabul etmiştir. Fakat
güvenlik politikalarında söz sahibi olma açısından rakipsizdirler. Ne Polis, ne
İstihbaratçı, ne başka bir odak, asker ve askeri istihbaratçı kadar önemli ve
muhatap kabul edilmezler.
Silah üreticisi sivil firmalar, lojistik ve tedarik
hizmetlerinden memnundurlar ve muharebe sahalarında aktif güç olarak yer
alabilmek gibi bir çabaları bulunmaz. İngiltere Ordusuna yardımcı, özellikle
Ortadoğu ve Afrika da özel askeri gruplar görülseler de, 1960’lardan itibaren
Amerikan menşeli şirketler özellikle Orta Amerika’da faaliyet göstermeye
başlar. Fakat nicelik ve nitelik olarak bu şirketler çok cılızdır ve henüz
önemleri kavranamamıştır. Özel Askeri Şirketlerin güvenlik politikalarında
temel aktörlerden biri haline gelmesi, 1990’lı yıllara denk düşmektedir. Bu
durumun gerekçeleri şu şekilde sıralanabilir;
1) 1970’lerde başlayan Neo-liberal dalga, Latin Amerika’dan Avrupa’ya pek çok
yere yayıldı. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve kısa bir süre sonra
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tek hâkim güç olarak kalan Kapitalizm,
iyiden iyiye kendini gösterdi. Özelleştirme; Devletin küçülmesiydi ve Devlet,
güvenlik dâhil çoğu alandan kısmen çekiliyordu.
2) Dehşet dengesi adı verilen
kitlesel imha gücü yüksek silahlarla mukabele süreci yoğun askeri çabayı
gerektirse de, yumuşama ve akabinde dağılma ile tek kutuplu dünya düzenine
geçilmişti. Böylelikle altı milyon asker işsiz kaldı. ABD ordusunun mevcudu iki
milyon yüz binden, bir milyon dört yüz bine indi. Tek uğraşları askerlik olan
askeri personelden hiç değilse başarılı olanlar, kendi alanlarında bir şekilde
istihdam edilmeliydi.
3) Teknolojik gereçlerde
ilerlemeler de büyük ordular dönemini kapatmıştı. Yeni dönemin yeni savaş
konseptine uygun olarak, küçük fakat düşük yoğunluklu harpte uzmanlaşmış
birlikler tesis ediliyordu. Asimetrik savaş tam da Özel Şirketlere uygundu.
1994 yılında Ruanda soykırımı yaşanırken dünyanın
bu faciaya müdahalede isteksiz tavrı, Özel Ordulara duyulan önemi artırıyordu. 1996
yılında Siera Leone’de yaşanan iç savaş, ülkede seçim yapılmasını engelledi.
Kanlı savaşta her gün onlarca kişi hayatını kaybetti. Siera Leone, elmas
madenleri sebebiyle, komşusu Nijerya ise petrol rezervleri için mühim
ülkelerdi. Bu coğrafyadaki istikrarsızlık, zengin kaynaklarına ulaşılamamasına
sebebiyet verebilirdi. Siera Leone’ye müdahale, önemli bir durumdu ve bunu
Dünya Jandarması ABD yapabilirdi. Fakat ABD’de çoğu kişinin yerini bile
bilemediği Siera Leone’ye asker gönderebilmek için öncelikle Kongre, ondan da
önemlisi iç kamuoyu ikna edilmeliydi ve bu açıkçası mümkün değildi. İşte Özel
Askeri Şirketler, bu durumlarda devreye girerler. Çünkü bu kuruluşlar,
şirkettirler ve talebi olan devlet ne zaman kendilerine sözleşme teklif ederse
görevleri başlamaktadır. Anayasa, Kongre, Mahkemeler gibi kavramlar, askeri
şirketler için geçerli olmadığından, özellikle devlet mekanizması yerle bir
olmuş ülkelerin en çok tercih ettikleri ‘’kurtarıcılardır’’ .
Nitekim Executive Outcomes adlı askeri şirket, 36
Milyon Dolar karşılığında Siera Leone’de Birleşik Devrimci Cephe’nin ana
karargâhını tahrip ettiği gibi, ülkede seçimlerin düzenlenmesine zemin
hazırlayarak kendisinden istenileni yerine getirmiştir.
Görevli diğer şirket CIC ise
Siera Leone’de ki Nijerya birliklerinin ülkelerine dönmeleri için gerekli
tedbirleri alarak hadiselerin Nijerya’ya sıçrama ihtimalini ortadan
kaldırmıştır. Siera Leone örneğinde olduğu gibi bu şirketler, özellikle Irak ve
Afganistan’da ulus inşası projesinin temel araçlarıdır.
Suudi Arabistan, Hırvatistan, Kosova ve Bosna
Hersek gibi ülkeler özel askeri şirketlerden (ÖAŞ) en çok istifade etmiş
olanlardır. Bu şirketler, tabi ki yalnızca sahada yardımcı birlikler veya harp
elemanları olarak görev yapmazlar. Lojistik, bakım ve onarım, psikolojik
destek, askeri üslerin bakımı, siber savunma siber güvenlik hizmetlerinin
kurulumu, yönetimi ve eğitimi, askeri ve polisiye modernizasyon, silahların
kullanılması, uçuş, liderlik, yöneticilik, emir komuta dersleri, istihbarat ve
istihbarat yönetimi, istihbarat modernizasyonu, mayın temizleme, sabotaj, pusu,
sorgulama teknikleri eğitimleri, psikolojik harp ve eğitimleri, askeri personel
sağlık hizmetleri, uydu, radar ve füze gibi son teknoloji cihazların üretim
faaliyetlerinin yönetilmesi ve yönlendirilmesi eğitimleri, diplomasi gibi pek
çok alanda hizmet verebilmektedirler.[10]
ÖAŞ’ler ile alâkalı sınıflandırmalar olmakla
beraber bu alanda çalışmalarıyla ünlü Peter Singer bu şirketleri;
.Harp
hizmeti veren ÖAŞ’ler
.Askeri Danışmanlık
şirketleri
.Askeri destek şirketleri[11]
olarak tasnif eder. Tabi bu
sıralamada ilk dikkat çeken Özel Güvenliğin dâhil edilmemesidir. Zira bazı
tasniflerde Özel Güvenlik de yer alabilir. Eğitimleri, görev sahaları ve görev
içerikleriyle birlikte Özel Güvenliğin, ÖAŞ kapsamında değerlendirilmesi, bizce
de uygun değildir. Güvenlik firmaları, genelde yerel mahiyetteyken silahlı
olanları eğitimleri itibariyle şahıs ve bina korumasından ibarettir. ÖAŞ’ler de
koruma hizmeti verdiğinden, devletler genelde Özel Güvenlik firmalarıyla
çalışmazlar.
ÖAŞ’lerin avantajları yanında dezavantajları da mevcuttur. Bu
dezavantajlar şöyle
sayılabilir;
1) Sanılanın aksine dış kaynak kullanımı olan ÖAŞ’ler, maliyeti düşük değil,
bilakis oldukça yüksektir. Irak’ta görev yapan bir ÖAŞ mensubunun maliyeti,
aylık en az 15.000 dolardır. Bu rakam, bazı durumlarda aylık 45.000 dolara
kadar çıkabilmektedir.
2) ÖAŞ’lerin hukuki tanımlarının belirsiz olması, pek çok gayrimeşru hadiseyi
de beraberinde getirmektedir.
3) ÖAŞ’ler neticede kâr odaklı
müesseseler olduğundan, kendilerini mevcut potansiyellerinden büyük lanse
ederek müşterilerinin tercihlerini yanıltabilirler.
4) Kaostan beslenen bu şirketlerin yegâne müşterileri, düzensiz,
istikrarsız, düşük yoğunluklu harbin yaşandığı coğrafyalardır. Bu sebeple
küresel sermayenin isteği, her daim kaotik ortamların yaratılmasıdır. Bu durum
da küresel barış tezinin başarıya ulaşmasında en büyük engeldir.
5) ÖAŞ’lerin işlevsel belirsizliği, başka bir
dezavantajdır. Bir hükümet ÖAŞ ile anlaşırken, hükümetin tehdit olarak
tanımladığı paramiliter gruplar da ÖAŞ’leri kiralayabilir. Bu durumda ÖAŞ’lerin
personeli birbirleri ile mi çarpışacaktır?
ÖAŞ’ler
çağımızın önemli bir realitesidir. Neo-liberal politikaların hakimiyetini
arttırması ve liberal anayasalı devletlerin kamuoyu baskısından çekinmeleri,
ÖAŞ’lere duyulacak ihtiyacı ilerleyen yıllarda daha da artıracaktır.[12]
[1] Emre Çıtak, Yeni Güvenlik
Politikaları ve Türkiye'de İstihbaratın Dönüşümü Güvenlik ve İstihbarat,
1.Baskı, İstanbul, Yeniyüzyıl Yayınları, 2017 s.141
[2] Sait Yılmaz,
Uluslararası Güvenlik Teori, Pratik ve Gelecek, 1.Baskı, Kaynak Yayınları,
Şubat 2017, s.77-78
[3] Postmodern dönemin güvenlik
paradigmaları arasında yer alan yeni kavramlardan birsi de ''Haklı Savaş''
kavramıdır. Buna göre devletlerin meşru gerekçeleri bulunmaları ve her yolu
deneyip sonuç alamamaları durumunda savaş ''haklı'' olarak değerlendirilebilir.
Örneğin, ABD'nin Afganistan işgâli bu tanıma uyabilecek en somut örnekler
arasında yer almaktadır.
[4] Andrew Heywood, çev.Nasuh
Uslu ve Haluk Özdemir, Küresel Siyaset, 3.Baskı, Ankara, Adres Yayınları,
Ağustos 2014, s.299
[5] Ünal Ünsal, Dönemin Bilançosu, Baskın Oran(ed.), Türk Dış Politikası
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular-
Belgeler-Yorumlar Cilt III (2001-2012), 3.Baskı, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2017, s.48
[7] Vahap Coşkun, Ulus Devletin
Dönüşümü ve Meşruluk Sorunu, Ankara, Liberte Yayınları, 2009, s.453-454
[8] Çetin Kartal, Küreselleşme
Sürecinde Devlet ve Ordu İlişkileri, 1.Baskı, Ankara, Galeati Yayıncılık, Ocak
2018, s.65
[10] Onur Dikmeci, Özel Askeri Şirketler ve Paralı Askerler,
http://sahipkiran.org/2018/12/16/ozel-askeri-sirketler/
[11] Peter Singer, Corporate Warriors The Rise of The Privatized Military
Industry, Cornell University Press
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder